cübbeli ahmet hoca ve adnan oktar


evrimi çökerten harun yahya'nın deli raporu varmış, aman tanrım!

seçmek zorundaysam cübbeliyi alıyorum.

bir gün bir gün bir çocuk

babası dükkanı emanet ettikten sonra internet kafeye kaçan çocuk yediği tokat sonucu boynunu bağlayıp kendisini zeytin ağacına astı, kendisi gibi küçük zeytin ağacı demeyeceğim. "baba" diye bağırdı, babası bahçeye çıkınca altındaki iskemleyi itti. babasının ilk işi iki sağlam tokat asılmaktı, sağlı sollu. sonra ipten kurtardı onu, sonra biraz tokat daha.

şimdi o çocuk "iyi ki yapmış babam" öyle diyor, "bak otuz yaşındaki cem'e, o bile benim yaptığım ortamı yapamıyor." bak önümde yetmişlik cinim açık, o bi bira için dileniyor, ben üç büfeye girerim, kuruş para vermeden üç justerini brooksla çıkarım. konuyu neden cem'e getirdi bilmiyorum ama galiba abisiyle cem'in bi husumeti vardı, neyse.

"ben buranın gençlik kolları reisiyim ama iş yok bizim gençlerde, bak kadınlar kolu bile kuruldu. kozçeşme'ye bak, orda bile ocak açtılar." of, bundan sonrasını pek hatırlamıyorum, elinde bi şişe altınkupa olan çocuk da eve geldi, okulu bırakıcakmış, ben biraz ayıp ettim ama müzikçalar taktım kulağıma.

köpek - çocuk - şişe


bizim muhitin çocuğu, bizim muhitin köpeği.

the boondock saints

"and shepherds we shall be, for thee, my lord, for thee. power hath descendth forth from thy hand that our feet may swiftly carry out thy command. so we shall fall river forth to thee. and teeming with souls shall it ever be... in nomine patri, et felie, et spiritus scanti."


hala 20 yaşında olduğum için ergenlik yapabilme hakkım var, en az 25 e kadar var bu hak. şu yazının basıldığı bi tşört istiyorum, kib.

gelinkadi

şimdikinin yarısı yaşımdaydım, anneannem "arka bahçede gelinkadi (gelinciklerin burdaki adı) var, koşun kovalayın." dedi. nasıl koşayım? gelinkadiler birine kızarsa gece gelir saçını yokederden, koşarken boylarının iki metre olduğuna kadar bir sürü gultabani hikayesi ortadan dolaşıyordu. anneannemden de korkuyordum tabi, ne de olsa hayatı duelloda yenmiş 97 yaşında bir kadındı o da. ben de gelinkadiyi kovalarmış gibi yaptım ve "gelinkadi bizim ahırda fareler düğün yapıyor, oraya git." diye "aslan kaç para para pom" emsali bir hücum marşı da geliştirmiştim o sırada, ah filmler, o zamandan başlamışlar hayatımı etkilemeye.






daha sonra günlük ritüellerimize devam ettik, gödekleri reçele banıp yedik, dızmanaların loruna lor ekledik, gelinkadiyi unutmuştuk. zeki hayvanlar olduklarından bahsetmedim, onlar zeki hayvanlar da, godzilladan da fenalar. gece millet üçüncü, anneannem üç milyonuncu falan rüyasını görürken ben ciyaklamalar duydum, rüya sandım. bahçedeki tuvalete gittim, hacetimi giderip yatağıma döndüm. sabah ilk kalkan bendim, pencerenin çukuruna çöküverdim yine, pırasa saçlı bebeğimin yatağına. onu da uyandırdım, altını temizleyip sütünü içirdim. bahçedeki dut ağacına bakayım dedim ama dut ağacını göremedimi yerinde hareket eden karartılar vardı. anneme bağırdım, "oha sosellere bak!" diye bi feryat kopardı, "pezevengin dölleri." o zamanlar mızrak sandığım fakat sonradan bahçe-tarla işlerinde kullanılan bir alet olduğunu öğrendiğim orağı kapmasıyla bahçeye fırlaması bir olmuştu, ilk başta kapı önündeki karyolanın yastıklarının arkasına saklanan farelere sapladı ölümcül silahını, sonra süpürgeyle düşürdüğü dut sığınmacılarına. bense ancak bebeğimin yatağından izleyebildim onu, kapıyı ise içeriden kilitlemiştim. kara canavarlar birleşip kuvvet olursa ancak annemi alabilsindiler. muzaffer komutan, cesur savaşçı, elleri kanlı katil içeriye döndü. "uff, ne yoruldum be, kızım şunları süpürgeyle atıversene çöpe." dedi, ben ağlamaya başladım. savaş alanını temizleme görevim abime kalmıştı.


akşam inekleri sağan anneanneme bakmak için dama girdim, mültecilerin göç ettiği yer belli olmuştu. onları buraya yollayan despot lider ya da dış güç ise sanırım gelinkadiydi. düğünü basmış, eğlence kanlı bitmişti.

edit: gelinbaş değil gelinkadiymiş gelinciklerin ismi, bir tuhaflık sezmiştim zati.

gökhan

daha sonra özleyeceğimin farkında olmadan çamaşır suyu kokan elleri öf diyerek yüzümden uzaklaştırdım ve artık şu süpürgenin sesi bitsindi ve hem de evin içi havalansın diye açılan pencereler kapansındı. kendimi sokağa attım, evin kaotik ortamı sinirlerimi epey germişti. adnan şato sporla maç ayarlamış, geçen haftaki maçın rövanşını alıp hadlerini bildirmenin zamanı gelmişti. bakkaldan yarım kilo ziyah zeytin ve bir buçuk litrelik iki şişe süt aldık, Erdem Abi zeytin yiyip süt içmenin enerji vereceğini ve maçtaki performansımızı arttıracağını söylemişti. yine en çok para benden çıkmıştı ama takımıma feda olsundu, yeter ki şatoyu yeneydik. defans oynadım, yine de üç golüm, dört asistim vardı, maç da 8-5 bitti, yedi golde parmağımın olması mahallede en az bir hafta esecek Ahmet rüzgarına sebep olacaktı. bu rüzgara kapılan Özlem'le de daha sonra evlenecektik zati. şimdilik bu kadar yazıyorum, oğlum Gökhan kucak istiyor.

hastaneye gittim, sergi de gördüm

arada başım dönüyo diye doktora göründüm, çok sağlıklı zayıflamışsın, az kolesterolün düşük yağlı ye dedi, o kadar, ölüceğimi iddia edenler vardı, yanılmışlar.


tahlil için kan verdikten sonra 2 saat sonuçları beklemem gerekiyodu, hastane merkeze uzak olduğundan minübüse binip merkeze gittim. hesabıma para falan yatırırken bi sokaktan geçerken şu sergiyi gördüm, Biga İÖO sergisiymiş. 



beğendiğim şeylerin fotografını çektim, onlar da burda;








sonra yanıma bunları yapanlardan bir çocuk geldi, şu suratları nasıl yaptıklarını sordum.

önce kalıbı seçiyormuşlar, sonra hamuru tutkalla üzerine yapıştırıp boyuyomuşlar, etrafına da tablolar çiziliyomuş. çocuğun yaptığı "doktor beni baştan yarat"lı olan, kalıp olarak ayakkabı kullanmış, zati kan vercem diye kahvaltı yapmamıştım, annelerin sattıklarından alıp yedim, sonra da sütlü dondurma yiyip çay bahçesine gittim, uykusuz okuyup zaman öldürdüm. bunlardan sizin oralarda kaldı mı?


modern olcam diye saçma sapan sandalye getirmeyenlerden.

iskele babası

balıkçılar ağlarını ayıklerken bir kaçı da mola vermiş sigaralarını tüttürüp çay bardağındaki rakılarını yudumluyordular. taze sardalyanın kıymetini bilen bir kaç kişi de tekneden aldıkları sardalyaları hemen oracıkta boklu kebap olarak ızgara yapıyordu. masa olarak tabi ki tahta meyve kasası kullanılıyordu, üzerinde bir somun yuvarlak ekmek, iki üç soğan ve domates vardı. çok güzel koktu ama gidip istemeye utandım, karnım aç olsa utanmazdım da. yarın kan tahlili yaptırcağımdan cin tonik hayallerim denize düşmüştü, sade soda aldım, iskelenin ucuna kadar yürüdüm, bir babanın üstüne oturdum. baba, gemilerin iskeleye yanaştıktan sonra sabit durmaları için halat bağladıkları dökme demirin adı, yanlış anlamayın.






iskelede iki kişi daha vardı, onlar da sigara içiyordu, sanırım birisinin kafası hafiften güzeldi. ben tek başımayken ya müzik dinlerim ya etraftakileri. bu sefer muhabbeti kaçırmamak için müzikten vazgeçmek zorunda gibiydim ki onlara müzik açsam rahatsız olup olmayacaklarını sordum, problem yok yeğen dediler, eyvallahımı çektim, alpha blondy klasörünü açtım. yıldızlar harikaydı, balıklar arada zıplıyordu, genelde gövdeleriyle yakamoz yapıyorlardı ama şu an pastoral ögelere pek yer olsun istemiyorum yazıda.


kafası iyi olan devletler arenasında güçsüz olduğumuzdan, libya'daki pastadan bile pay alamadığımızdan yakınıyordu, diğeri akp yi ve icraatlarını övüyordu. ona göre varsın akp içkiyi yasaklasındı, o benzine fazla fazla para vermeye de razıydı. diğeri ona salak deyip duruyordu, elindeki sigarayı kapalı yerde içerken götüm götüm tutuştuğunu söylüyordu. tabi ki herhangi bir konuda mutabık olamadılar, en son düzgün kafalı olan denize işedi, kafası güzelli olan da motorlarını çalıştırdı ve ikisi de uzaklaştılar.


su çok güzel duruyordu, bi bakayım dedim, tam uca yanaştım, ayağım kaydı, denize düştüm.

elini osurtan adam

yetenek işte, star wars a da gönül vermiş.

kızıl saçlı kız ve uzun saçlı oğlan

kül tablasındaki izmaritlere ve masanın üstünde hafif rüzgardan uçuşan küllere bakılırsa uzun süredir hararetli bir şekilde tartışıyorlardı.


ben yanlarına oturduğumda farkedilmedim bile. dikkatimi onlara vermemi sağlayan ilk konuşmaları boşluk üzerine olan olmuştu. kızıl saçlı kız boşluğun olamayacağından bahsediyordu, siyah uzun saçlı çocuk ise evrenin oluşmasından önce buralarda neyin olabileceğini sorarak onun söylediklerini çökertmeye çalışıyordu. kız hiç bir zaman söylediklerini delillere dayandırmaya çalışmıyordu, galiba sıkılmıştı ya da başından beri muhabbetlerini umursamıyordu. belki tek istediği zamanın geçmesi ve geceyi bir an önce getirip uyumaktı.


konu bir şekilde dinlere geldi, erkek olan insanların kendilerini rahatlatmak için ihtiyaç duyduğu sembollerin bir şekilde din haline geldiğini, ismi anılan çoğu peygamberin yaşamış olduğuna bile inanmadığını söyledi. kız ise bazı şeyleri mitler olmadan açıklamanın gerçekten de imkansız olduğundan dem vurdu. tüm dinlerin ortak şeyler söylemesini eskiden birbirine yakın yaşayan insanların daha sonra etrafa dağılmasına rağmen kültürlerini yanlarında götürüp lokal olarak modifiye edebilmelerinin mümkün olduğunu söyledi. fakat yaradılış gibi temel gerçeklerin doğruluğuna inandığını ekledi. bu konu kızı tekrar canlandırmıştı. çocuk dinler aslında güzel dedi, sosyolojik olarak işlevsel. kız fakirlerin gözetilmesini sağladığını söyledi. yavaş yavaş ortada buluştular. akşam ezanı okunuyordu, sustular.


eskiden onlara öğütlenen davranışlar hala etkisini sürdürdüğüne göre dinin gerçekten güçlü bir şey olduğunu düşündüm, onlar ufak çocuklardı bir zamanlar ve ezan okunurken bacak bacak üstüne atmışlarsa dahi doğruluyorlardı. hesabı istediler, deri sandığa parayı koyan kız oldu, ya tam para bırakmıştı ya da bahşiş vermeyi seviyordu, bilmiyorum, el ele tutuşup gittiler.

kek tarifi

malzemeler;


1 avuç fındık,
kafama göre yabanmersini,
3 çay kaşığı tarçın,
50 gr bitter çikolata,
2 un kaşığı un (kaç su bardaadır?)
2 su bardağı pudra şekeri
1 paket kabartma tozu
3 yumurta
1 çay bardağı sıvıyağ
3 çorba kaşığı mı ne margarindi
biraz süt
biraz yoğurt



bunları böyle bi çırpan alete koyuyonuz, ufalıyo o.

pudra şekeriyle yumurtaları köpük gibi oluncaya kadar karıştırın, ben mikserle yaptım.

sonra yağ, un, kabartma tozu, süt, yoğurt ekleyin, tekrar karıştırın, köpüklenmeye başlayınca içine koyacağımız zımbırtıları atıp acık daha karıştırın.


fırını burda açıp 200 dereceeye getiriyosunuz, o ısıncak biraz. hamuru kaba, kaplara boşaltın.


kokmaya başlayınca arada fırının kapağını açıp bıçakla kekleri deşerek kontrol edin, bıçakta hamur yoksa kek pişmiş oluyomuş.


sonunda piştiklerinde böyle bi şey oluyolar, yiyenler hayran kalıyo, marifetlerime birini daha ekledim.


arada fırını açarsanız kabarmazmış! annem gelince teşhisi koydu.


cansu ve aşkımız

gece dışarıya bira içmek için çıktıysam kokuyu bastırsın diye birayla birlikte olanlar hariç dörtyüz gr tuzlu fıstık yerdim, üç tane olips yuvarlardım ve en son evden alıp cebine koyduğum taze soğanı her seferinde tuzu unutmama söverek dişlerdim. yine böyle bir zamanda eve dönüyordum, ay batmaya başlıyordu, demek ki saat iki falandı. bir kız gördüm, batan ayın aksine yükselen bir güneşti. o saatte, o kafayla bir şeyler konuşursam yanlış anlaşılmaktan korktum, yanından geçerken kafasımı önüme eğdim, pişmanlığım o zamanda başlamıştı.


her sabah, o günün, onu tekrar göreceğim gün olması umuduyla uyanır olmuştum. fakat talih bana sırtını çoktan dönmüş gibi duruyordu. 


bir perşembe günü uykusuz almak için markete gittim, tek uykusuz kalmış, ben de onu almıştım. hatta kasiyer kız "şanslıymışsın, sonuncuyu aldın, zati iki tane geliyo buraya" demişti. ben yapacağım muffinler için pasta çikolatası bakarken birisinin "siz de uykusuz var mı?" diye sorduğunu duydum, bu küçük yerde benden başka bu dergiyi alan birine ilk defa rastlamıştım. kafamı azıcık kaldırıp kasaya doğru baktım. sırıtmamı kola dolabının camından gördüğümde daha çok sırttım. tuzlu su - susuzluk çıkmazına dönmeden halimi değiştirmeliydim. kendime çeki düzen verdim ve kasaya doğru gittim, "buyrun, sonuncuyu ben almıştım, siz alabilirsiniz, bu hafta fırat yokmuş zati." dedim ve dergiyi sana verdim. işte seninle böyle tanışmıştık, şimdi sen her boka "eneee, ben bunu" kalıbı kullanarak şirinlik yapmaya çalışıyorsun ya, vallahi soğudum senden Cansu.



yok yok, ben fırat'ı çok severim, kitaplarına para verecek kadar severim, fırat'sız geçen aylarda uğur gürsoy'a kızacak kadar severim. şu üç haftada nerdeyse tam safa fırat'larla gönlümü aldı kereta.

hisse

polis rejimin bekçisi olduğu için iyidir, ya rejim kötüyse?

kıssadan hisse

Murat Uyurkulak "okumak mağlupların işidir." diyo iki kitabında, ben bir şey daha ekledim ona, "okumak mağlupların işiyse yazmak da korkakların işidir; yaşamaktan korkanların, olmak istediği şeyi olmaktan korkanların işi." yaptım. ben köpek gibi okuyorum, yazmaya da çalışıyorum bi yandan, halim fena a dostlar. hisse yok, kıssa da benim yaptığım.

fü fü füüüüüü

çevremiz eskisi gibi kalsın istiyoruz, en azından ben istiyorum ya da öyle geliyor. yeni otobüslerden memnun değilim mesela, biga - karabiga arası mavi 302 ler kalksın yine istiyorum, sıcakta deri koltuklarında oturunca kıçımızın terden izi çıksın. 


sonra çay bahçeleri faal olsun hala, garip ahşap masa sandalye atıp menüdekilere iki - üç garip sos eklemekle, garsonlara efendim dedirtmekle modern olduğunu sanan kafeler olmasın, olsalar da onlara talep olmasın istiyorum. böyle istemekle birlikte halihazırda çalışan çay bahçelerine gitmiyorum, gitsem de diğer müşterilerden rahatsız oluyorum, hadi müşteriler normal olsa da çalışanlardan az daha kibarlık bekliyorum. ne emmeye geliyorum ben, ne gömmeye. 


eski yaz akşamlarını özlüyorum. enerjiyi hissetmekten bahsederler ya, enerjiyi hissetiğimiz yaz akşamlarını. Kordon'dan Kadınlar Hamamı'na kadar yürüdüğümüz, tadım çekirdek yerine külahta çekirdek aldığımız yaz akşamlarını. o zaman balıkçı limanında kadınlar da otururdu, kumsalın orada sadece kafayı çekenler olmazdı. kafayı çekenlerden rahatsız değilim tabi ki.


apartmanları da modernleştirdiler ya ona yanarım, krem kahve tonları ve demir parmaklıklar, silindir demir parmaklıklar modern apartman ölçütü oldu, yunus balıklı mozaik bana onlardan daha şık geliyor.


başkasının böyle bir yazısını okusam çok romantik davranıyo derim, belki değişimden korkuyo derim ama bende öyle değil durum. (aslında değişenin ben olduğumdan korkuyorum klişesi yapıcam.) aslında değişenin ben olduğundan korkuyorum, somurtkan bir ihtiyar olacağımdan şüphem yok. hep bilgisayarlar çıktı insanlar sokaklardan çekildi, oysa hayat sokakta de mi rıza abi?



bir gün bir gün bir çocuk

sabah 10 da zorla kaldırıldım, komşuya, komşu değil de şey gibi işte, eskiden ev sahibimiz olan kişilerin çocukları şimdi bi şekilde döne dolaşa bizim komşumuz oldu, onlara kahvaltıya davetliymişiz. icabet etmek için kalktım, kahvaltıya gittik, yediğim içtiğim bende, bi yeri gezmedim, 15 sene sonra ilk evimize girmek garip geldi.


oradan çıktım saat 3 gibi, koşmaya gittim, başıma güneş geçmiş olabilir, yarım saat koştum. koşarken denize girenleri gördüm, benim de hararetimi almak için deniz kadar büyük kütleli su lazımdı zati, eve gelip havlumu aldım, denize girdim, siftahını yaptım senenin, çok tatlıydı.


5 te kardeşimi dershaneden almak için biga'ya gittim, erkek kardeşim karayip korsanları'na 4 bilet almıştı, onu izlicektik. karınları açmış, filmden önce tıkındılar, salonda sadece biz vardık, bizden sonra tek çift vardı, onlar daha şanslıydı :)



işte mükemmel gülez sinemaları.

filmi beklemekten ölücektim, izledim rahatladım, hastası olduğum seri olduğundan beğendim tabi ki, çirkin diyenleri de anlamadım ya, neyse. bi de o denizkızları ne lan öyle, hemen bi tane istiyorum?

fenerbahçe şampiyon oldu, kokoreç yedik, dondurma yaladık sütlü, evdeyiz. kib.

kıssadan hisse

"ne oldum değil, ne olacağım demeli."


o da üst düzey bürokratlarla haşır neşir olurken birden kendisini tarlalarda buluvermişti. o sene kriket fedarasyonunun görkemli açılışı yapılmıştı, ülkenin tüm halklarını kucaklayan oyunlarıyla anadolu ateşi, sema gösterisi, zilyon tane adamın sporun önemi hakkındaki öğüt veren konuşmaları. turnuvalar da fedarasyonun kurulması şerefine Türkiye'ye verilmişti. çok çekişmeli maçlar oldu. Endonezya kupayı kaldıran ülke oldu. tüm sporculara sırasıyla başbakan, çeşitli devlet bakanları ve gençlik ve spor genel müdürü tarafından madalyaları asıldı ve arkasında italik fontla "Anadolu'nun zirvesinde buluşalım." yazan beyaz tşörtler verildi. gurwick bu tşörtü hiç beğenmedi ve babasına verdi. babası da bunu kahveye arkadaşlarımın yanına çıkarken giyemem diye düşündü. çeltiğe giderken yanına aldı, su dolu tarlada giydi. tşört sonunda bir işe yaramıştı, bir sürü sivrisineğin gurwick'in babası kamone'u sokmasını engellemişti.



başım çok fena ağrıyo, içinde tümör varsa adını marla koymam tabi

bisikletimle mezarlığın yanından geçerken alkollü olmama aldırmadan ritüelimi gerçekleştirdim, bir fatihayı tüm ölmüşlerin ruhlarına bağışladım. acaba böyle genel dua geçerli bi tarz mıdır? bilmiyorum. ben kendimi rahatlatıyorum ya, o yeter. şimdi ben okuyorum, ben ölünce de bana okuyacaklar, ateşten kurtulup zemzemden ırmaklar akan cennete kavuşacağım, nah!


bisiklet sürmeyi 24 yaşındayken öğrendim, gülmeyin. bir kere öğretmeye çalışmışlardı, o demire bi düşmek düştüm ki bir daha bisiklet gördüğüm zaman bile kasıklarım ağırır oldu, daha sonra ihtiyaç oldu, eğlence lazımdı, eski takıntılarımı üstümden attığım bi sırada bisikleti de aradan çıkardım. goldwing motorum kadar olmasa da bisikletimi seviyorum ve hayır o daracık şortlardan giymiyorum.





virajı döndükten sonra hep istediğim sarı ceketin üzerimde nasıl duracağını düşündüm, içine siyah gömlek ve pembe kravat takacaktım, ciguli en sevdiğim sanatçı, kasabama da sık sık uğrar.


belediyeye girdim, mesai saatleri bitmeden imzaları atmak için. 8 tane palmiye daha ısmarlamıştım, onlar gelmiş, bu gece onları nereye ektirteceğimi düşüneceğim.

Hürriyete Doğru

Orhan Veli ki o şiir sevmeyen bana yaptı bunu.



Gün doğmadan, 
Deniz daha bembeyazken çıkacaksın yola. 
Kürekleri tutmanın şehveti avuçlarında, 
İçinde bir iş görmenin saadeti, 
Gideceksin 
Gideceksin ırıpların çalkantısında. 
Balıklar çıkacak yoluna, karşıcı; 
Sevineceksin. 
Ağları silkeledikce 
Deniz gelecek eline pul pul; 
Ruhları sustuğu vakit martıların, 
Kayalıklardaki mezarlarında, 
Birden 
Bir kıyamettir kopacak ufuklarda. 
Denizkızları mı dersin, kuşlar mı dersin; 
Bayramlar seyranlar mı dersin, 
Şenlikler cümbüşler mi? 
Gelin alayları, teller, duvaklar,  
Donanmalar mı? 
Heeey 
Ne duruyorsun be, at kendini denize: 
Geride bekliyenin varmış, aldırma; 
Görmüyor musun, Her yanda hürriyet; 
Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol; 
Git gidebildiğin yere...  
               

bir gün bir gün bir çocuk

akşam halı saha maçı vardı, 10-11 seansı, ahım şahım bi oynayışım yok ama giderim var gibi, takım seçerken sondan 3. alınan adam benim işte.


şimdi feedback yapıyorum, akşam 6 gibi canım sıkıldı, evden çıktım. çok insan deniz kenarlarını işgal etmiş, "aa sen özlem'in oğlu musun?" muhabbetinden sıkıldığımdan eski lokantanın oraya kadar yürüdüm, deniz kenarında, rakı içilen bi yerdi eski lokanta.


hemen şu ağacın sağında.

eski mezarın, sahipsiz bi mezar var, tek başına deniz kenarında duran birisinin, yanından geçtim, iyi zamanıma geldi, bi Fatiha okudum orda yatana. kumsala inip bi taş buldum, üstüne oturdum. yanıma uykusuz almıştım, bi de cola.


sineklerle dost oldum, martılarla şarkılar söyledim, otların üstündeki bi poşetin haşırdamasından işgillendim, zıplayan balıkları seyrettim, dumanım rüzgarla dans etti. bu hafta yiğit özgür köşesi güzel değildi, yiğit özgür'ü de boş geçmedim.


hava kararmaya başladı, ben de eve gitmek için kalktım, yolda şunu gördüm (geçen sene de görmüştüm, ben şaşırmadım)


bomba nedir bilmezsiniz sanırım, bomba harika bir şeydir, bomba yumurtadır, bomba sosistir, bomba salamdır, bomba sucuktur, kırmızı biberdir, kızarmış ekmektir. bu gırgır üstü faal durumdayken daha temiz ve hoş bir şey oluyo, üstüne çıkıp çay falan içiyosun, müteşebbis hemşerilerimden birisinin.

we calling Jesus Christ to save I and I / we calling on Allah to save I and I / calling Adonaï to save I and I /http://fizy.com/#s/1mbs2w




kutluyev'in gözleri

ballı tarçınlı sütü ılıktan ziyade soğuktu ama ağır sobranie sigarasını ya birayla içebilirdi ya sütle ve şu an görevde olduğundan kurallara uymak zorundaydı, sütü mecburen tercih etti. hayır, polis değildi, bir apartman görevlisi. sıla özlemi depreşti, her nefesinde Türkmenistan kokusu alıyordu, tarçını fazla kaçırdığına kızdı, onların yaylaları kekik kokardı, tarçın değil. 


23. dairenin ışığı yandı, muhtemelen sigara isteyecekti, belki 3-4 şişe de mariachi. garip bir adamdı yavuz bey; tek başına yaşamasına rağmen en fazla mutfak alışverişi yapan oydu, belki yemek yapmayı zevk haline getirmiş bekarlardandı. yanılmamıştı, bir paket camel box, 3 şişe de mariachi. demek ki evde çerezi vardı, çerez olmadan içemeyeceğini öğrenmelik bir zamandır apartmandaydı zati, ne eksik, ne fazla.


döndüğünde kapıyı aralık buldu, yine de geldiğini belli etmek için iki kısa aralıkla kapıya vurdu, "gel kutluyev, gel." diye içeri davet etti yavuz bey onu, galiba yayıldığı üçlü kanepesinden kalkmaya tenezzül etmemişti, kutluyev içeri girdi, bir de ne görse beğenirsiniz? yavuz bey'in gözlerinden oluk oluk kan akıyordu ama kendisinde tek bir acı ifadesi yoktu, mariachilerden birini kapmasıyla kapağını çevirip kafaya dikmesi bir oldu, sonra her dört kelimeye bir fındık, her yedi kelimeye bir kuru üzüm düşecek şekilde hikayesini anlatmaya başladı;


"ben hindistanda bir demir fabrikasında çalışıyordum, yanımızda da dev bir boya fabrikası vardı. yine bir gece james ile vardiyadaydık, bizim insan gücünü bol bulan hintliler demirleri kafalarıyla dövüp kızgın lav haline geldiğinde demiri avuçlarıyla kalıplara döküyorlardı, eve eski bir kılıç fabrikasıydı bizim demir fabrikası aslında. o gece boya fabrikası tüm kapasite mavi boya üretiyordu, 19 marttaki ulusal kutsallık bayramına yetiştirmek üzere, mintanlar falan maviye boyanıcaktı. sonra patlama sesi duyduk, yere çöktükten sonra gözlerimizi açtığımızda tüm elemanların mavi olduğunu farkettik, o gün fabrikadakilerin canını bağışladığı için tanrıya kurban kestiler, kurban kanını işçilerin alınlarına sürdüler, ben öyle şeye gelemem dedim, reddettim. tüm çalışanlar alnına sürülen kandan sonra pir-u pak oluverdiler ama ben mavi kaldım, kanı alnıma sürmek yerine nehre girmeyi tercih ettim ve gözüme yakılan bir cesedin külleri kaçtı, o gün bugündür her gece gözlerim kanar, mariachi içmeden de geçmez."


kutluyev hikayeyi çok saçma bulup yavuz bey'in batıl inançlarına güldü, ne de olsa sosyalist düzende büyümüştü, yine de velinimetine başka bir isteği olup olmadığını sordu, hayır yanıtını alınca evden çıktı, asansöre binip aynaya baktığında tek gördüğü kırmızılıktı.

hadi balalaika'yı söyle

“Sen seçilmiş kişiydin! Sithleri yok edecektin, onlara katılmayacaktın! Güce denge getirecektin, karanlık değil!”
Mesele  iyinin içindeki kötü ya da kötünün içindeki iyi değil; güçlü olmak, yetkin olmak. Güce taparız. Paramızın olmasını isteriz, para mutluluğu satın alır, tabi kullanmasını bilene. Ben bilmeyeni anlatacağım.
                “Kiril bu ne, yenir mi?”, elinde tuttuğu harika bir kırmızıya boyanmış paskalya yumurtasını gösteriyordu, sepetteki sonuncu yumurtayı almıştı, benim alıp saklayacağım yumurtayı. Sanırım yıllar boyu bir yerlerde saklayacağım o kırmızı şeyi en ilkel dürtüsü, açlığa uyarak, tek bir proteinini dahi ziyan etmeden daha yararlı amacı için ortadan kaldıracaktı. “Tabii yenir ya.” diye yanıtladı Kiril, biraz şaşırmıştı. “Neyse” dedi, “Şimdi çok aç değilim,  akşam yerim.”
                İşte güce tapan bir adam, güçlü olmak için başka yollar da var ama Maslow’un piramidi önce karnını doyur diyor, ardından kendini gerçekleştirirsin.
                Farklılaşmamızı istemeyen düzen bizi yumurtayla oyalıyor, yumurtanın sadece yumurta olmasını istiyor, bu tek tipleşme için önemli. Yumurta sadece yumurta olursa kim kar ediyor? Bilmiyorum. Belki gerçekten yuvarlak masa tarzı oluşumlar vardır ve onların hoşuna giden bir şeydir bu.
                Onu yiyerek iyilere (yumurtanın sadece yumurta olabileceğini iddia eden insanlar) hizmet ediyor, çarkları döndürüyor. Kötü tarafa (maddelere estetik olduğu için değer veren garip insanlar) geçmesi için kendisini tetikleyecek bir şeyler lazım. Güzel bir kadın bir tetikleyici olabilir; birden butik hediyelik dükkanlarından daha karmaşık renklerde boyanmış paskalya yumurtaları arayan adama dönüşebilir mesela. Büyük balıkları yakalamak için de renkli, fabrikasyon balıklar kullanılır. Kadın iyi elbise gibi onun için; “Yanındaki ne kadar güzelse, sana yapılan muamele o kadar iyi olur.”
                “Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır.”  Kahramanımız istediklerini elde ettiğinde; kaslı vücut (o kadar proteini boşuna almadı), saygı görmesini sağlayacak bir eş, belki bir ofisin yöneticiliği, haliyle de para, hala mutlu olamayacak. Kendisini istediği kişi yapmayı başaracak, sonra yozlaşacak, kırmızı istakoz yiyecek ve kırmızı şarap içecek ama hala kırmızı yumurtayı yemesini affetmeyeceğim, o yozlaştığıyla kalacak. Ben de ona doğruları anlatıp güce denge getirmek yerine yumurta yiyenlere katılacağım, ben de yozlaşacağım ama az, yediğim yumurtalar beyaz olacak.  Biz onunla birbirimize benzemiş olacağız. Yine de kümes hayvanları ırkının üzerine karanlık çökecek ve onlar kümeslerden kurtulup refaha erişemeyecekler.




adiooo adiooo keridaaa


 üç kavrulmuş lokumu altı petibör arasına kıstırma yapıp yemeden yatamazdı, bu yaptığına da yat geber değil lokum gibi olmak derdi, gördüğü tatlı rüyalar ise çifte kavrulmuşlardanmış. o gece yalnızca bir lokumu kalmıştı, tüm kuruyemişçilerin kapandığı saatte farketti bunu, kesme şekerle bisküvi güzel olmuyomuş, kendi adına en yararlı buluşunu da her şeyin değişeceği gün aydınlanmadan yüzyirmi dakika önce yapmıştı, uyudu. 


çığlıkları, dairesini kağıttan yapılmış duvarla ayrılan yan dairede oturan ahmet'i dahi uyandırmıştı, bu sefer rüyasında kavruluyordu; mutfaktaki piknik tüpü devrilmiş ve halıyı yakmıştı, halıyı ucuzculardan aldığından çabuk tutuştu halısı, dört dakika yirmiüç saniyede tüm evi tutuştu, bu sefer kavrulan kendisiydi. bedenini komidinin üzerinde ağzı peçeteyle örtülmüş viski bardağında duran suyla söndürdü, sabah ezanı okunurken tekrar uykuya daldı.


duman kokusuna uyandı, ilk başta rüyasının duyularını etkilediğini düşündü fakat gördüklerini etkileyemeceğini anladığında hemen pencereye koştu, toki konutlarında oturuyodu, c blok dördüncü katın camından alevler çıktığını gördü. sabah ilk yaptığı iki çay kaşığı nescafe ile yaptığı sade kahvesini içmek olmalıydı, hemen kettleın düğmesine bastı, su kaynayana kadar gömleğini üzerine geçirdi, zati pantolonla yatmıştı, kahvesini hazırladı, boğazı yandı ama dört yudumda bitirdi bi kupa kahveyi. merdivenlerden ineyim, spor olur diye düşündü, kendisini kapının önüne attığında soluk soluğaydı, bir sigara yaktı ve dairenin yanmasını izledi, evde içerse perdeler kokuyodu, bu ufak dairelerin balkonu yoktu.

ben çektim, ben ben