sabahları konuşmam

uyamam için gereken her şey midemdeydi ve en sevdiğim yerdeydim, kapı tarafından en arka köşedeki koltuk. sanırım otobüs daha aştiden çıkmadan zıbardım. işemek için bozöyükte inip tuvalete girip daha adam hortumla camları yıkarken uyumaya devam etmemi saymazsam gözümü gönen sapağında bi kaç öndeki kızla muavinin konuşmasının sesine açtım.

-başka bir yoldan mı gidiyorsunuz? dokuz saat oldu hala biga'ya varamadık.
+hayır hanımefendi, E20 den başka bir yol yok zaten, biz de onu takip ediyoruz, tahmini yarım saat sonra varmış olacağız.
-iyi de ben sık sık bu yolculuğu yapıyorum, bandırma'dan sonra yol kenarında hiç ağaç yok, bunlar ne?
kızın yolların ustasıyım tavrına sinir oldum, yolculuk yapıyormuş.
+ben dört senedir bu işi yapıyorum, ağaçların en azından bu zamandır buralarda olduğuna eminim, öncesini bilmiyorum. bir şikayetiniz varsa bunu web sitemizden iletebilirsiniz.
çocuk sabahın dokuzunda olunabilecek kadar kibardı, belki biraz daha fazla.
-ölcem ya, bir saat sonra provada olmam gerekiyor, of.
sudan sebeplerden ölen kızlardan biri olan kaygılı sanırım yakında gelin olacaktı, Allah kocasına sabır versin.

yirmi dakika sonra garaja geldik, kız küçük valizini alır almaz okulun o tarafa geçmek için fırladı, sabahın dokuzunda olunabilecek kadar bile dikkatli olmayan bir ticari taksi şoförü hafifçe dokundurdu ona ve kız da kendi hızının etkisinden olacak bi beş metre öteye düştü. başkası aramıştır diye hiç bir yeri aramadım ve biraz sonra da ambulans geldi, götürdüler. ben o saatte olunabilecek kadar duygusaldım, kız hakkında düşündüğüm her şey için pişmanlık duydum, umarım bir şey olmamıştır. bir yastıkta kocasınlar.

sesli düşünmeyin

kutsal "kitaplarımın köşelerine dikkat et, tırnak aralarımı hep oralarda temizliyorum, pistirler. ağzına falan sokma diye söylüyorum. üstlerine çay dökme, kola da, hiç bi şey dökme, yazık. hadi saat 11 olmuş, ben yerleşeyim artık, kalkar şimdi. allahaısmarladık." dedi, sarıldık, biraz sonra da otobüsü kalktı. benim kaderim hep en sona kalan olmak, bir saat daha bekleyecektim, bi sigara yakıp camlara yanaştım, hemen sonra bi pmyo'lu, onları çantalarından anlıyorum, yanıma geldi "ateş var mı birader?" diye en dayı tavrıyla biricik çapalı, kırmızı beyaz clipperımı, koleksiyonumun en nadide parçasını istediğini beyan etti, uzattım, tam eline alacakken kıyamadım, kendim yaktım sigarasını. eşyalarımı çoğu zaman kıskanırım, bunun üzerine bir tahlilim var ama uzun uzun yazıp canınızı sıkmak istemem, eşyalar güzel işte. 
çocuk hemen yanıma dikildi, "şu çantamı ayak altından çekeyim." mırıldandı, belki de öyle demedi de ona benzer bi şey çıktı ağzından. belirli belirsiz gülüp kafamla onayladım, aslında bi fikrimin olmadığı her konuda yaptığım gibi. "şunun üstüne oturayım bi, yoruldum dikilmekten." dediğinde kesinlikle bana söylemediğini anladım, sesli düşünen o lanet tiplerdendi ve o an kesinlikle başkalarının zihnini duyarak yorulmaya niyetim yoktu, Allah karısına sabır versin. ben kim olduğumu söyledim ona ve susmasını ya da yanımdan uzaklaşmasını kibarca önerdim. hemen başladı, okulumda lise arkadaşı varmış, beraber hazırlanıyomuşlar, bu fazla puan yapınca diğer ikisini satmış, onlar seneye çalışmaya başlıcakmış ve onun da daha bir saat vakti varmış.

bir gün bir gün bir çocuk

cumartesi günü 7 trenine yer bulamadım diye 6 treninden bilet almıştım, eskişehir-ankara arası hızlı tren. yerime baktığımda iki dede oturuyordu, benim yerim cam kenarında oturanın üstüne pet bardakta ne varsa ondan dökülmüştü ve fındık yiyorlardı. koridor tarafındakinin doğum gününü kutluyormuşlar, 5 dakika müsade edeymişim. arkadaki boş yere oturdum bir de önünü silmesi için selpak uzattım, "oo zamanımızda da nazşik beyefendiler yetişiyor." dedi, teşekkür etti, rica ettim. oturduğum yere bi kız gelince kalktım, beni fark ettiklerinde ıslak üstlü olan "benim hanımın yanına oturur musun? korkma bir şey yapmaz" dedi, yol arkadaşım teyze de "ilahi bey, zar zor nefes alıyorum, napayım ben çocuğuma" diye serzenişte bulundu, teyze nefes alsa naneyi yemiştim sanırım.

bu yaşlılar 10 kişi falandı, tur rehberleri olduğunu fark ettiğim kız tren 15 dk rötarlı hareket ettikten sonra hepsine memnuniyet anketi doldurttu, amcalar pek şendi, bir daha o kız olmadan tura katılmayacaklarını söylediler.

sürekli muhabbet ettiler, teyze hep uyudu, tren polatlıya kadar 110 km/s hızı hiç geçmedi teknik bir arızadan dolayı mazur göreymişiz. bu sırada sağ çaprazda, biraz ilerde oturan bi çocuğun yüzüğünden ve botlarından polis, çevik kuvvet polisi olduğunu anladım, epey tutuşmuştu, tahmin ettiğim gibi il dışına çıkması yasak olduğundan ve yine tahmin ettiğim gibi 6 treniyle yola çıkarsa görevine yetişebileceğini düşünmüş. amcalardan biri "benim adımı ver, sana kefil olurum, tren geç kaldı derim." diye seslendi çocuğa, o da "amca sen bile kurtaramazsın beni." ile tersledi acık. o adam japonya'da büyükelçilikte çalışmış, mevkisini bilmiyorum, yanındaki ıslak üstlü valilik yapmış ve demirel zamanında çankaya'da bi şeymiş, o da geç kalırsam beni kurtaracaktı.

polatlı'ya geldik ve tren durdu, eskişehir yönüne doğru 290 km/s hızla gitmeye başladı, ben de tutuştum, polis çocuk kırmızı oldu. daha sonra bir kaç kere daha durdu ve aynı hızla devam etti, biz geri gidiyoruz sanıyoduk fakat kızlar gelip ankara'ya gittiğimizi anlattılar, amcalardan biri "ben ilkokul mezunuyum ama az çok fizik biliyorum, önüme doğru ankara iken şimdi nasıl arkam ankara, açıklasana, bunu gazeteye yazıcam." deyip bağırdı, sonra hepsi gülmeye başladı.

makaslarda durmuş tren, çok geniş döndüğü için anlamamışız, sincan'dan sonra vali bey isimli ihtiyar tüm vagona leblebi dağıttı, yanımdaki teyze çantasına su döktü ve yaklaşık 40-50 senelik bir çanta olduğunu öğrendim onun, saat 09.00 pm olduğunda ankara'ya varmıştım. tandoğan çarşısı diye bi yer varmış, ilk defa geçtim ordan da. ulus metrosuna yürümek hamallıkmış.

unutmuşum, vali beyin trende bir koruması vardı ve onları garda korumalar ve bir araç bekliyordu.

irlanda'da yaşamak zor iş

gece uyurken yağmur yağıyodu, iyi de yağıyodu. (şiddetli? sağanak?) sabah uyandığımda hala yağıyodu, en az 6 saat uyudum. dışarıya baktım karabiga'nın deresi taşmıs, sular köprünün üstünden akıyo, mustafa abilerin evi de gitmiştir dedim, bundan 20 sene önceki ekim selinde bizim oturduğumuz ev oluyo o, hakkatten gitmiş, ha bu;


 ağaçların solunda dere başlıyor aslında, bentleri 2 metreden fazla. yağmur devam ederken onlara yapçak bi şey yoktu, evi kolaçan ettim, elektrikler zati gitmişti. masaüstü bilgisayarın üstüne su gelmiş az (burada bacalar akar, soba zati kullanıyoruz) ekran kartı falan ıslaktı ama çalışıyo, sorun yok. bazı yerlere kova takviyesi yaptım. seneye evimde kullanacağım, annemden çöktüğüm güzel halıyı kurtardım. çatıya çıktım giderler suların akmasına yetmiyodu, bir karışa yakın su birikmişti balkonlarda. çay yaptım, içtim. pencereleri açtım, battaniye altına girdim, iflah olmaz bir romantik değilim, kıçım üşüdü. sonra aklıma karamel geldi, ona baktım, yuvasına değil, dama girmiş, sudan çok korkuyo zati. eve geri döndüm. denizde üç kayık vardı, limandan sürüklenmişler, akşam aldılar onları. kız kardeşimle bi arkadaşı geldi ben dışarı bakarken, halısaha yıkıldı dediler, bi de okul bahçesinde ölü tavuklar yüzüyomuş. belediye otobüsüyle dağıtmışlar çocukları sular az gidince.


halı sahada dün gece 10-11 maçı bizimdi, sonra da yağmur başladı zati, bu halinin jubilesini yapmış olduk.

sular az çekilince hemen çarşıya indim, şu haldeyken dere;


bayram temizliğinin üstüne yağmur hoş olmuş, 3 ev yanyana berbat haldeydi, birinin içerdeki suları boşaltmak için duvarı deldiler, sonra ben dışarıya ittim suları. çıkarılcak eşyaları çıkardık üçünden de. güzel masraf vardı, oturanlar zati yeni evliydi. bi dizüstü bilgisayarı suyun altından ben çıkardım, bi kasa başıboş dolaşıyodu ama abla dizi izlediğinden plazma mı, led mi ne tam bilmiyom, o televizyonu hemen kurtarmış. bu 3 saatten fazla sürdü.karnım acıkınca ve yorulunca eve döndüm. halı saha şu haldeydi;



telef olan hayvanlar ve bi de şu araba vardı;


bereket tanrısı priapos'un mekanı olduğundan hep bunlar.



sheep go to heaven goats go to hell

kimse beni karşılamadı, rastgele bi masaya oturdum. yine paçoz olduğumdan sanırım mekanlarına uygun olmadığımı düşündüler, iyi hizmet için arabamın anahtarını mecburen masanın üstüne koydum, yanına da cep telefonumu. 
siparişimi verdikten sonra ufak bi çocuk geldi yanıma, benle tanışmak istiyormuş, cesur ama utangaçtı, konuşurken masaörtüsünü yüzüne siper ediyordu. iyi eğitimliydi, anlattığına bakılırsa bir doktor veya eczacının oğlu, annesi iyileştiriyormuş ve önlük giyiyormuş. çalan ingilizce entel şarkısına eşlik etti kısa bi süre, anasının gözüydü de. uzakça masadan bi kız dikkatlice bize bakıyordu, sanırım bakıcısı, sorun yok dercesine o tarafa baktım ama sorunun bende olduğunu daha sonra anladım, kıyafet burda her şeydi. 
adını hala öğrenmediğim çocuğa benle tatlı yemek isteyip istemediğini sordum, istediğini söyledi. önce gidip izin alırsa olurmuş, onayladığımı gösterdim, gitti. kızla kapıdan dışarı çıktılar, her boku biliyodu ama önce sola bakmadılar, bi arabanın altında kalıverdiler, o tarafa gitmedim. henüz tanıştığım biri için fazla yapmacık bir hareket olurdu.

ımh

aşti'de milyon insan vardı, 15.  (2 senedir ramazan bayramı tatili kaynıyo) defa bayram için ankara'dan bi yere gidiyordum ve daha önce bu kadar kalabalığını görmedim. insanların okullarını çantalarına göre tahmin edebiliyorum, bir de saç tıraşları, herkesin değil. bu sene polislere de asker çantası vermişler, işler karıştı biraz. 11.30 otobüsler 11.50 de "giden yolcu peronlarını terkedebildiler", kahraman muavinler müdahele etmese açılmazdı da orası hiç. nasıl kimse ölmeden boşaldı orası bilmiyorum, hiç yoktan dokundurmalıydı bi kaç otobüs, gözümün gördüğü yerde tık yoktu. en arka köşeyi amca kapmıştı normalde benim olduğu halde, gerlengeç'de indi. ben biga'da, iyiyim, eyvallah.
istanbul'da 5. katta oturuyoduk, tam karşımızda bi kavak ağacının tepesi gözüküyodu. karşı kaldırımdaki kavak ağacının. ben o ağaçla konuşuyodum. sonra bi gün okuldan geldiğimde ağacı kesmiş olduklarını gördüm, eşşek gibi ağladım. ağır gerizekalıyım.

karşı çatıda leylek yuvası var yıllardır, bu sene leylekler gidince yuvalarını bozdular. seneye ne olcak kim bilir.

bir gün bir gün bir çocuk

bi önceki bu başlıklı yazımda altın karmaya seçildiğimi söylemiştim ama benim işim için benden
başka biri daha gelecekti ve o ipnelik yaptı, bütün bahçeyi tek başıma dolanmak zorunda kaldım. yanımda da sadece hasan vardı;



başımızda kimse olmadığından yarım saatte bir mola verdik, öğle yemeğini 11 bucukta yaptık ve sonrasında hasan öldü, sözde kovaları tutçaktı da ben ağaç üstlerinden rahat rahat erik
toplucaktım, bütün bahçenin bi gün önceden unutulan eriklerini ki onlar şunlar ve almaya giderken yılanın üzerine bastığım 3 kasa ve 1 kovadan mürekkep. hasan koca tutmak yerine kovaların üstüne oturdu.


hasan yan tarlaya hacet gidermeye giderken 2 tane de mısır çarptı, göz hakkıymış. bütün gün sigaranın onu heyecanlandıran dakikalarını anlattı, okulda elleri sigara kokmasın diye yaptıklarını falan. sanırım içme şunu çok küçüksün demediğimden bi ara sigara değiştirmeyi bile önerdi, camel olaymış da içeymiş. hd slim red tırt bi sigaraymış onu öğrendim.

işimiz bitti ve kimse bizi almaya gelmedi, biz de yattık, bahçenin köpeği tony montana da bizle yattı. sanırım doberman ve arabacı pıdıği kırması. tüyleri çok güzeldi.


canımız sıkılınca dragaman selma ablaya telefon açtık, bi arazi aracıyla bizi alıp çiftliğe götürdüler. orda da başka bi yerden kaçıp çiftliğe gelen golden vardı, benim kadar bi şey. kurumuş gübre üstünde falan yuvarlandık onla, toplam çıkan erikler de bu kadarmış, soldakiler tam gözükmüyo.






biz bahçede kalanları toplarken ablalar da bi gün önceden toplanan erikleri ayıklamış boylarına göre, en çirkinleri bigaya bugünkü pazara gitçekmiş, kalanlar istanbuldaki bi firmaya. bigalılara kakalancaklar bunlar.


çiftlik de bu


bunları yaptıktan sonra kardeşimin arkadaşları ve benim de halısaha yoldaşlarım olan çocuklarla okul başlıyo maçını yaptık, gece yattığım yeri beğendim, bu sabah kaymak ın kıyıya çekilmiş kayığını temizlemesine yardım ettim. çalışkanlıktan ölcem. beni alan yaşadı. 

telefonumun kamerası bok gibi. bir de yorulmak sıkıntıları unutturuyor.

bir gün bir gün bir çocuk


yaz başından beri ara ara balığa çıkıyom, bu ara havalar bozuk, ekmek kapım kapalı. dün gece erik toplamaya çağırıldım, tabi kabul ettim ve bugün gittim.

gece çok az uyudum, 7de kalkıp işçileri toplayan otobüse bindim cami önünden, annem yanıma bir şeyler koydu, içinden ne çıktı? makarna da. yemedim lan. heh, gittik 2 kocaman erkek, 4 yuva çocuk 14 yaşında ve 15 kadın, 5 tane de yuvaların yaşında kız, başımızda dragaman veya çavuş, dragaman olmak cumhurbaşkanı olmaktan daha zor

ve daha karizmatik.

elimize merdiven diye kocaman meşe odunundan yapılma bi şey, yanlarımıza da birer kova tutucu çocuk verdiler ve ağaçların üstündekileri toplama işi bize yıkıldı. 22 kişi kocaman bahçeyi talan ediyo biz arkalarından yukarları topluyoruz. kovacı çocuklar sigara versene diye tüm gün başımın etini yedi, kadınlar bana sevgilimin olup olmadığını, nerde okuduğumu, kimin oğlu olduğumu falan sordu. bir ara ağaçta yılan görmüşler bahçenin öte tarafından çağırdılar, solucan kadar bi şeydi, ellemeye kıyamadık, o ağacı en son topladık.

çamurlu yerler vardı, merdivenler durmuyodu oralarda, kadınlar ağaçları silkeleyiver, toplandı sansınlar işte dedi, benim iş ahlakıma aykırı olduğundan yapmadım.


bi ara küçük kızlardan biri erik yemekten ölüyodu, işi erken bıraktı, sanırı
m hiç para alamıcak.

yarın için yıldızlar karmasına da seçildim, sadece 6 kişi gitçez ve kovacımı benim seçmemi istedi dragaman Selma Abla, ben de beni seç beni diyen Hasan'ı seçtim, sigarasını alıp gelmesi şartıyla. o yaşta utanmadan sigara içiyolar.

kadınlar sık sık kavga etti, en son o erikleri niye aldınız falan dediler, sanırım alamadı diye kıskanmıştı, bahçenin sahibi izin vermiş. sizinki de kafa.



yarın çok az iş var ve yine aynı parayı alcam, hem bağa o kadar gittim de kimse al para demedi bu güne kadar, anca üzümleri kendim satarsam paralarını cebe atıyom. üzüm satılır haberiniz olsun, geç üzümlerin ekime kadar yolu var.


bira gazlı içecek sayılmaz

"sadece deniz kenarında yürümüş olmak için bizi burdan geçirdiğimden kendime kızıyorum ve bu yüzden hızlı hızlı adımlar atıyorum, uydur bana kendini. son zamanlarda iyice miskin oldum, saçma kurallarımdan sıkılmaya başladım. aradan en az iki saat geçmeden bir diğer sigarayı yakmamak, günde en fazla 200 ml gazlı içecek içmek, üç dilim ekmeği geçmemek." sözünü kesmese daha devam edecekti, "kedi götünü görmüş yara zannetmiş." deyiverdi, sonra çok utandı ama susturmuştu onu, utanmasına da gerek yoktu ya, anneler çocuklarına böyle şeyler söyler. "zıkkım iç." diye de ekledi, demese içinde kalırdı. büfenin önünden geçerken;
-öh içkilere bak, ne güzel duruyolar, insanın içesi geliyo.
+zıkkım iç.
rövanşı alma fırsatı bulmuşken kaçırmasına imkan yoktu ve kendini kazanmış hissediyordu, berabereydiler.
-sen şu kayığa gidiyon ya, bizim iş yerinde bi kadın var.
+ee
-onun da kocasının kardeşi var.
+dolandırmasana beya, söyle de iki bira alayım sonra, neşemiz yerine gelsin.
-tamam be köpek, adam gece balığa bakmak için güverteye çıkmış, o lambaların olduğu direk de o anda kırılmış, adamın karnından girip sırtından çıkmış.
+ne yani, bu yüzden balığa çıkmayem mi? böyle olcak diye mi korkuyon?
-he, çıkma. tatil yap biraz.
+anne seneye polis olcam, nerdeyse beni öldürmek isteyen 5 milyon insanla aynı ülkede yaşıyo olcam, belki 5 milyondan da fazladırlar, bilmiyom. senin korktuğun şeye bak. ne içiyon? ben carlsberg kutu alcam, sana fıçı efes?
- beck's al bana da, bi de tuzlu fıstık al bi küçük paket.
siyah poşete koydu büfedeki kız biraları, erkeğin eline en çok yakışan şeylerden birine, haliyle çocuk taşıyodu poşedi de. yürürlerken akülü araba süren bi kız geçti yanlarından. çocuk "şimdi şuna bi tekme atçan, gelişine, takla atıp yuvarlancak, ne güzel olur." dedi gülerek, annesi de "hasiktir ordan pezevenk, bi tane yap da seninkine vursunlar, o zaman göreyim götünü."

.

-anne dedeme söyle biga'ya gidince bana kardeş alsın, ben çok sıkılıyom.
+nasıl getircek onu?
-poşete koysun ama ağzını bağlamasın, bağlarsa kardeşim öler.

nihat kaptan


"denizlere gark olasın nihat, yılanlar gibi sürünesin, çocuklarının büyüdüğünü göremeyesin." diye ilenmesi için yaşlı kadının, nihat abinin çok büyük bi kabahat işlemesine gerek yoktu. fazlaca neşeli mizacı olan bu abi az kötü karpuz alsa, yakaladıklarını ucuzdan verse, konu komşuya bedava balık dağıtsa bile bu lafları işitirdi, napsın adam oynayıveriyodu. nasılsa kocası ölse dul olurdu, annesi babası ölse öksüz ya da yetim, çocuğunu kaybedenin ismi değişmiyor. çirkin, çok çirkin olduğundan sanırım tüm dünyaya karşı nefret doluydu, diğer çirkinler gibi.


ayandon fırtınası öncesi denize çıkmışlardı, pek balık alamadılar, limanda çöpleri ayıklarken kasabanın yabancısı bi kadın bazı balıkları kedilere attıklarını görüp kocasına "onları bize verseler ya ne atıyolar?" dedi, sonra da ağ temizleyenlerin en genci olan ekrem'e;
"onları niye denize atıyosunuz?"
"efendim abla?"
"şu balıkları, denize niye atıyonuz, yenmiyolar mı?
nihat abi karıştı araya, kafası biraz bozuktu, "valla abla şimdilik yenmiyo ama balık daha da azalırsa bu yamyam insanlar bi kaç seneye bunları da yer.", kadın biraz bozuldu, uzaklaştılar.


nihat abi gemicilerine döndü, "çocuklar" dedi, "bana da para lazım size de, bugün işler kesat, mazot parası anca çıktı, bi de sigara parası belki. yarın da çıkalım derim."
işlerine pek gelmedi, ayandonun kopması yakındı ve o zaman denizde ölenin hükmü intiharla birdi ama nihat abilerini de kırmazlardı, bir sonraki akşam limanda buluşmak üzere anlaştılar, evlerine gittiler.

çapa alırlarken balıkçılar kahvesinden laf attılar, "nihat, çocukların da kendinin de başını yicen, yapma" diye, koca adam korkar mı? "bana bir şey olmaz evelallah" diye bağırdı, bi de kendi etrafında dönüp oynayıverdi güvertede.

fazla güvenin sonu pek iyi olmaz, ağ atarlarken yandan kuvvetli bir dalga yediler, sonra da kaptanın tecrübesi de kar etmedi gemicilerin okuduğu dualar da. toparlayamadılar tekneyi, hepsi denize düştü, tekne alabora oldu. iki çocuk bi kaç dakikada boğuldu, nihat abi direndi, taa kalelerin dibindeki koylara kadar yüzdü, kumsaldaki kumları avuçladı. gövdesini kıyıya atmıştı ama bacaklarını sudan çıkarmaya gücü yetmemişti. bulduklarında bacakları buzdu, gövdesi hala sıcak. çocuklardan biri kıyıya vurdu, diğeri dört ay sonra başka bir balıkçının ağlarına.

iğneci melahat

limonları bitirdi diye oğlu batuhan'a patırdandıktan sonra balkondan asmaya uzanıp ekşice üzümlerden toplamaya koyuldu, sarmada kullansa anlaşılmazdı, ninesinden görmüştü yokluk zamanında. zil çalıyodu ama adıbatmayasıca duymazdı, o da yapraklardan ötürü kimin geldiğini görememişti.

-kim o?
+beeen.

"hah" dedi, "iş üstünde tam." sövmedi mübarek günde, yoksa çok güzel bir lafı vardı oraya. hümeyra, arada uğrar çocukları hakkındaki modern kaygılarını anlatır, elindeki nlp kitabından bir şeyler gösterir, psikologun söylediklerinden aklında kalanları söyler, varsa da az havadis çıtlatır giderdi. otomatiğe basmaya giderken salondaki kirli çoraplara bir küfür bir tekme savurdu, hop koltuğun arkasına, ikisi birden.

"hoş geldin, çayın altını yeni kapatmıştım, açıvereyim, geç sen."

okumada yaşıtlarından gerideymiş oğlu, normalde dakikada yetmiş kelimeyi bulması gerekirken kırkı bulamıyomuş. bir de ailelerini çizdiği resimde kardeşini kendinden katlarca büyük yapmış, onun daha önemli olduğunu düşüyomuş. e tabi düşünür, bütün gün çocuğu munalıyolar, kıza da mik mik fik fik. hem öyle steril yetiştirilmiş hem de gururu kırılmış çocuk için çok bile o kadarı. çizgifilm izlememe cezası alınca "kaç günüm kaldı anneciğim?" diye sorar mı hiç kopelalar? anneciğim demez bi kere, anneciğim diyende problem vardır. "salma sen sokağa salma, bok bulaşır üstüne, küfür öğrenir aman, iki tane büyüttüm ben bak, koca delikanlı oldular." çekişirken sesini yükseltmişti ama olsun, iğneci melahat bir eve girdi mi üç apartman uzaktaki çocuklar duyardı da onu korkardı.

yemeklere bakmaya giderken müzik setinin düğmesine de basıverdi, çocukların koyduğu beatles cdsi çalmaya başladı, beatles'ı bilirdi. close your eyes and i'll kiss you, zil yine çaldı, "kerane kapısı sanki" dediğinde hümeyra bozuldu biraz, suratı düştü, telaşlı çocuk "melahat abla koş, nazmi abi fenalaşmış, baldızındaymış." diye bağırınca da merak ve endişe kaplandı yüzüne.

"kız vitrinden çantamı al da çık hemen, hırkamı giyip geliyom." ocağın altını kapadı, hırkasını giydi, çıktı.

insülin vurdu ama nazmi saatini tüketmişti.

'firdevs babaeski'ye giderken kocasını berat'a bırakmış. o da yollarda sürünme eziyetinden kurtulup altını ablasınla yollamaya bahane bulduğundan pek şenlenmiş. "ah enişteciğim, vah enişteciğim, börekler açayım sana, neyli istersin?" e peynirli cevabını alınca basmış yufkaların arasına tuzlu keçi peynirini, yetmemiş lor da eklemiş. yüzyirmi kiloluk nazmi de "eline sağlık baldız, diyet diye diye içime inme indirdi bu nursuz", "bir daha nerde bulcam böylesini" gibi serzenişlerle koca tepsiyi bana mısın demeden yuvarlamış. iyi gitti anlayacağınız, bir nevi altın vuruş.'

mayk

yine son durağa kadar geldim, günümde değilsem "müsait bir yerde inebilir miyim?"i bırak "müsait bir yerde" demeye bile çekiniyorum, genelde topluluk içinde kibar şeyleri söylemekte daha çok zorlanırım. son duraktan geriye 700 metre yürüyünce bizim ev zaten, 5 dakika falan sürüyor. bir de incirli'de metronun yerini bildiğimi sanıp kimseye sormadan dolmuşları takip ettikten sonra beni başladığım yerin 50 metre gerisine getiren 25 dakikalık yürüyüşümü de eklersek 30 dakikalık ideal bir akşam sporu yapmış oldum.

binbir hevesle aldığım uçak maketi hala torpidodan başka bir şeye benzemiyor, gövdesi zaten iki parçaydı, işçilik kanatlarında, toplasan on parça ya var ya yok da ben bırak on parçayı, önüme bir tabak yemek koyup yemeye üşeniyorum. çokokrem ekmek yemek de zor, adamlar paketlemişler de çokoprens diye satıyolar zati.

zayk

susmak bilmiyordu. bu kadar konuşan adam olur mu? olmasın. sözde kendimi anlatacaktım. konuşmalıyım ama yok, fırsat vermiyor. hala marifetlerini sıralıyor. oysa ben ona ufak bir jest yapmıştım, birisine farklı olduğunu söylemek her zaman işe yarar, geçici de olsa mutlu olmasını sağlarsınız karşınızdakinin. artık övülmeye ne kadar hasretse garip. hepsini dinlemesem de benim düşündüğümden de farklı, iyi huylu ve dışarıdan bakanların üzerinde yaptıkları sıradan tahminleri ne kadar boşa çıkaran biri olduğundan bahsediyordu. doğruluk payı var biliyorum, yalan söylemem. fakat biraz daha devam ederse "gerizekalıya benzer bir halim mi var?" diye patlayabilirim. eyvah ki ne eyvah, alışverişten de hoşlanıyormuş, pişirebildiklerini de dinlemiştim. güne çağırayım bari, tarif falan veririz birbirimize. hem cin alma işini de ona yıkarız. zati korkuyoruz o kalp götlü pezevenk bir kaç biradan sonra ağzını tutamıyor, bizimkilerin kocalarına ya da abimlere ispiyonlasa yanıcaz.

pardon, hesap alabilir miyim?

ezanlar bizim için

öğlen sıcağından iyice bunaldığımdan mermer musalla taşına uzanmış dinleniyordum. ilk aklıma düştüğünde beni çok heyecanlandıran tek başıma yurtdışına çıkma fikri pratikte hiç de öyle gelmiyordu, bosna'daydım ve sıkıntıdan tarihi bir caminin musalla taşının üzerinde sinan özen dinliyordum. bu tatilim daha sonra italya'ya geçmemle birlikte beklediğim gibi devam etmişti ama onu daha sonra anlatacağım.

yirmi günlük memur tatilim pırt diye bitince temmuzun ilk çarşambası işbaşı yapmıştım. imzalamam gereken bir yığın evrağı hoşgeldinizin hemen ardından masama yığdılar, bir de gözleriyle oradan getirdiğim ufak ikramları bekliyorlardı. bekletmeyi sevmem, üç kilo pişmaniyeyi dayadım aydın'a.

imza faslı yirmi dakikaya yakın sürdü, belgelerin hiç birini okumadım, nasılsa bir yanlışlık olursa hepsinin burnundan getirirdim.

iki balıkçı geldi, başka balıkçılar sırf kendi meralarında avlanıyorlar diye bizimkilerin ağlarına zarar vermişler. kendi meraları da kasabalarının ön tarafı diye oluyor ha. çağırttırdım diğerlerini de, iş savcılığa gitmeden çözülsün istiyordum. "tapulu malınız mı lan! o kadar seviyorsunuz da trol ile dibi kurutuyosunuz ya yavşaklar, palamut göremez olduk koca denizde. şimdi bu adamların ağlarını donatın tekrar, eskisi gibi olsun. bir gününüz var, bir de avlanamadıkları günler boyunca tuttuğunuz balıkların parasını bunlara veriyorsunuz, halden öğrenicem miktarı." diye marizledim onları, "kardeş kardeş atın ağlarınızı bakayım" diyerek yolladım hepsini. daha sonra öğrendiğime göre bu kemerli balıkçılar paparayı çekip bizim ikisinin kafasını çapaya sokmuş, olsun jandarma bakıyor oraya.

sigara içmek için kapıya çıktım, odamda da içebiliyorum elbette ama zehirle birlikte hava da alayım istedim. beni görünce nöbetçi tuğrul toplandı, yine çelik yeleğinin seramiğini çıkartmıştı. bi gün patlarsak onun yüzünden patlarız zaten. danışma mı ne olduğunu hala bilmediğim yerden yüz kiloluk yirmibeş senelik memur ihsan çıktı, elinde tuğrul'un telefonu "sikicem şimdi telefonunu, sabahtan beri çalıyor, al da aç şunu." diye bağırdı, ben diğer tarafa geçip sigaramı içmeye devam ettim, fatma hanıma seslenip bir çay istedim. su bardağında getirdi, yarısını ancak içtim.

analizsiz, çıkarımsız ve de tespitsiz yazı, bir gün bir gün gibi

kara marsık gibi oldum, öğlene kadar uyumam yetmiyomuş gibi bir de kuma yatıp zıbarıyorum.sonra bugün 'vilayete' gittim hem lisanslı bir balıkçı oldum hem de teknosa ile bir yılı aşkın zamandır süren savaşımı kazanarak 179 liralık çekimi aldım.


on gündür rüzgar var buralarda, havanın kalmasını bekleyen başka kasabalı balıkçılar da bizim limana yanaştı. iki tanesiyle kaymak hüseyin abim sayesinde tanıştım ki o benim işverenimdir. bu arada orhan ile alper bizdeydi ki siz onları tanımazsınız, alper sadece balıkçılarla tanıştığımız gece bizleydi, sonra istanbul'a döndü. orhanla 21.45 maçlarını izledikten sonra gırgırlara gittik, hiç deterjan, sabun yüzü görmeyen çay bardaklarından çay içtik, deniz kaptan ve yahya abi ile
muhabbet ettik ki halikarnas balıkçısı veya zeyyat selimoğluna rakip olacak kadar şey öğrendim onlardan, ailemde gemici çok ama balıkçılık daha başka. deniz kaptanı görebilirsiniz, maç
yaptıktan sonra gazoz alıp yanlarına gittiğimiz de oldu.




hala bağa gidiyorum, yapraklar sarardı artık. pazar staj başlıcak, adı staj, bi halt yapmıcam. üzümlere kadar bağa tekrar uğramam sanırım, karamel'e de bakın, yılan görürse ne yapacağını merak ediyorum.






köy hayrı denen bir şey var, biga'da yapıldığını biliyorum. sanırım nisan ayında başlıyolar, herkes bi şeyler katıyor, malzemeleri de yine hayırı yapan köyün insanları pişiriyor. keşkek, pilav ve hatta örtülce gibi zengin bi köyse hayır sahibi kavurma dağıtılıyor. bu da bizim tepe mahallesi hayırı, daha başlamadan önce. o gece çok mevlüt bol ilahi dinledik çünkü evimiz hemen oralarda. keşkek güzeldi, aşureyi iki gün falan yedim.




sonu gasilhane tarzı yapayım, buranın kedileri şirret koca köpeği sindirdi kabarınca.



bir gün bir gün bir çocuk

babam, amcalarım alayı denizci. kırk gün karaya ayak basmadığım oldu da işlerden pek anlamam. ufaktan dümen tutmuşluğum var, biraz da oltayla balık tutmuşluğum. 'şirin sahil kasabasında' yaşayınca sıkılmamak işten değil, kendime eğlence ararken kaymak abiden beni gemici almasını istedim, "acemi yevmiyesini kabul edersen alırım" deyince bedavaya razı olduğumdan koşa koşa gittim. yanıma yağmurluk, çakı ve kumanya aldım bir tek, 10 dal sigaralı paketimi bi de.

güneş batmasına yakın çıktık yola, tırt işler bende olduğundan çapayı çektim, dümen tuttum. ağ atma vakti gelince, onlar "uygun sular" geldi falan diyodu, ağ atmaya başladık, 8 ağ tekire bıraktık, sonra karidese geçtik, oraya da 4 ağ bıraktık, güneş denizin üstünden batınca ağları topladık. pek balık yoktu, benim şanssızlığım, bol bol deniz anası, kandil, yengeç ve çağanoz vardı. bi ara başka tekneye yaklaşıp kahve yaptırttık, pet bardakta içtik onları bi de is kokuyodu. gece boyu ağ atıp topladık, yıldızlar vardı, ben nöbetçi oldum hep, çünkü kayığın başaltında uyumayı beceremedim. dolunayın denizden doğuşunu gördüm, yanımda müzikçalar ya da telefon yoktu, sigaram daha 3 olmadan bitmişti ki normalde günde 6-7 den fazla içmem. deniz her türlü iştah açıyor. güneş denizin üstünden doğdu. sabah suyuna da ağ attık. sigara dilendim. kahve yaptık ki o cezveyle akşam güvertedeki suları temizlemiştim, içinde denizanası eriyiğinden karides suyunun çamuruna her pislik olan sular, cezvenin içi balık pulu kaplı. limana döndük, balıkları ve karidesleri sattık, karışık balıkları bana verdiler; iki kiloya yakın dil, tekir, kırlangıç, karides, hamsi ve sardalya vardı toplamda. börekçiden yeni çıkmış börek aldım, balıkçı kahvesinden çay söyledik, bir de kalan kumanyaları yedik. acemi yömyesi olarak 15 lira da pay düştü bana, Allah bereket versin.

eve gidince duş aldım ama arınamadım, uyandığımda yattığım yeri bilmiyordum.

bir gün bir gün bir çocuk

limanda balık bekleyen kediler gibi sünepelik yapıp beni teknesine alıcak birini bekledim, şanslıydım ki sürat botuna denk geldim, üstüne yemek bile vardı. ölenler bir daha ölmez diyerek demiradalılara göndermemi yapıp karaya dönüyorum. dut haram olmazmış, gördüğümüz yerde dalabilirmişiz, zati olmuş dut en fazla iki gün kalıyor dalında, bizim dutlar bana yeter yetmesine ama başkasınınki her zaman daha tatlı, dalarım. dondurma yiyorum, belediye başkanı geldi masaya, "sana da söyleyem abi" dedim, "yok be minim şimdi açılış konuşmasını zor yaptım, eriği fazla kaçırmışım, eve çıkçam bi soluklenem" dedi, adam sıççağını söylüyo lan, elinde büyümüşüm, zarar etmezmiş. az siyaset konuştuk, çok sıkıldım. bir de sanırım tam karabigalı oldum, konuşmam pek hoş. kaymak hüseyin de içkiyi bırakmış, eskilerden kimse kalmadı. perşembe sabahına yarım kilo jumbo ayırcak bana, akşamı pek hoş olcak, elbette ben pişircem.


mehmet pama

"zeki bana on lira verir misin? alkole ihtiyacım var, yoksa veranın yüzde otuzuna ortak olurum" deyince mehmet pama, koskoca zeki öğretmene öyle hitap edilmesinden utandım. ama mehmette de pek garip durmuyor; temmuz ayında ayağında askeri botlar, üstünde krem şort ve bir de koltuk altı kılları neredeyse dirseklerine kadar çıkmış olmasına rağmen kollarını kıvırdığı gömleği olan biri. serçesine bindik parayı aldıktan sonra, "şimdi geri geri gideceğiz, ben bu işi harika yaparım" demesiyle gazı köklemesi bir oldu, altyola kadar o halde gittik, arabadan indik, büfeden bira aldık. kadınlar hamamına gitmeyi önerdi, başkalarını da çağırmış, önemli bir olay varmış. kumsala vardığımızda üzeri muşamba örtülü bir şeyi gösterdi, yaren'miş, biriktirdiği pet şişelerle yaptığı sal. kalabalık alkışladı, o bundan tatmin olmadı çünkü önemli davetlileri denize indirme törenine gelmemişti. dua etmeye başladı; "hey posedion, havanın güzel olmasını umuyorum çünkü birazdan macera dolu bir deneyim yaşamaya niyetliyim, bunu senden istiyorum." herkes posedion'dan cevap değil ama arştan göktaşı bekliyordu, bir şey gelmedi, demek duası kabul edilmişti, deniz hala çarşaf gibiydi. çakmakla biranın kapağını patlama sesi çıkartarak açtı ve salı dört kişiye taşıtarak denize indirtti, bir yandan elfçe bir şeyler söylüyordu, ben elfçe olduğunu daha sonradan öğrendim. üstüne atladı salın, cebinden çakısını çıkarttı, ipleri kesti. gelmeyenlere çok sinirlenmiş, birisi de babası. o an benzini olsa ettiği küfürleri gerçeğe dökmek için gitmeyeceği yakın akrabası yokmuş.

onun hayal kırıklığından sonra kumsalda oturmaya devam ettik, büfeye borç yaptık. koluna hamam böceği geldi, şu uçanlardan, aldı eline hemen ağzına götürdü. kızlardan biri iğrençsin veya ona benzer bir tepki verdiğinde en galizli küfürlerle birlikte sıçtırtma iğrencine sus dedi ve onu susturdu.

mehmet şimdi bir tarikata üye, namazını falan kılıyor. yakın zamanda tarikat lideri, o ve ben kahvede oturuyoduk, meydanda bir kavga çıktı, o da hocaya dönüp "hoca sen şimdi burda olmasan ben bunların yedi sülalesini sikerdim." dedi, ben yine utandım ama o mehmet pamaydı.

sahil kasabasına yerleşmek isteyenlere rehberlik yapılır

tatildeyim ya ben, son iki günümü özet geçicem şimdi;

cuma sabahı anneme kahvaltı hazırladım, pazara gittik, nelerin güzelinin nerelerde satıldığını öğrendim, artık evde olduğum sürece pazar benim işim, kabir azabını dünyada tatmayı kendim istedim. pazarın sonunda çiçekçi vardı, begonya ve adını bilmediğim bi çiçeğin sarısını ve pembesini aldım, onları bahçeye diktim, üçü sadece beş liraydı. sindirella olarak çaya gelecek misafirlere kek yapma işini de bana yüklediler, bi kere marifetini göstermeyedur, yaptım, o kadar yapmışım ki hala yiyorum, tatsız da olabilir, kaldığına göre. akşam kardeşimle basketbol maçı yaptık, kazanan oydu, bakkala gittim. annemle bağa gittik, yaprak topladık. karameli de götürdük yola alışsın diye, yarısını kucağımda gitti, kendisi 3 aylık bi köpek, alt katta yaşıyor.

cumartesi sabahı tektim, ucube görünümlü lezzetli pancake kulesi (kule ne? iyice tevekkel oldum) yaptım, yapmam bir saat, hepsini yemem iki saat sürdü. akşama kadar breaking bad izleyip arada karamelle oynadım, oyuna doymuyo, karnı zaten hep aç. kardeşim geldi, iki maç yaptık, ikisini de ben aldım, kızlar da türkiye şampiyonu olmuş, onların konvoyu vardı, kurban da kesmişler. hasan su doldurmaya gitti. gece boyunca kumsalda oturduk, yazacağım kısa zımbırtılara malzeme topladım, promillilerden, adamlar askerde zodyak kaçırıp alsancak'ta bara gitmişler. asker hikayelerine bayılıyorum!

pazar sabahı garip olan babamın evde olmasıydı, gece gelmişti, kendisini sene aşırı görmüşlüğüm bile var. öğleden sonra bağa gittik, üzerime gelen bozyürük mü ne öyle bir yılanı öldürdüm. dönerken baykuş ölüsü gördüm. akşam iskeleden balık tutmaya niyetlendik, 1 iq seviyesindeki kaya balıklarından başka bi şey gelmedi. kaymak hüseyin'in yanına uğradım, dümeni tutmaya biri lazımmış onunla açıldık, tekir ağı attık. dönünce de yeni ağları tekneye yerleştirdik, yemelik tekir kazandım.

aralarda sigara içtim, karameli doyurmaya çalıştım, kenelerini ayıkladım.

bi de sabah burnlü, sodalı, vişne ve limonlu bi şey yapmaya çalıştım, beğenenler de oldu içmeyenler de, bazı insanlar çok kaba.

biz de dört kişiyiz

gübresinden beri uğraştığımız bağın üzümlerinden yaptığımız şarap içilebilir olmuştu, hiçbirimizin bu yaptığımızla zengin olma hayali yoktu, sadece kendi yaptığımızı tüketmenin zevkini alıp olaysız bir şekilde dağılmayı planlamıştık. iskeledeydik, hüseyin yanda demirli gemiyi gösterip "her tekneyi bir peygamber tutuyormuş suyun üstünde" dedi, dindar bir çocuktu hüseyin, kuran kursunda hediye ilmihal kitabını kapan da oydu zamanında fakat biraz kovalaktı işte, inanmış buna. "olur mu lan öyle şey." dedim, "kaç tane gemi var, gırgırlar, takalar, kanolar ve hatta kağıttan gemiler. kaç peygamber lazım biliyon mu pezevenk? hem onla mı uğraşçak mübarekler, tövbe tövbe." sadece böyle durumlarda konuşan biriyim ben, genelde susarım, büyük bir ihtimalle bunlar birazdan denize girecekti ve ben kenarda duracaktım. kenarda duranım ben, yazan, fotograf çeken, videoya kaydeden. zamanında avlanmaya gidenlerin mağarada bıraktığı işe yaramazın, sonra duvarlara resim çizip milletin aklını hala karıştırabilen aymazın torunuyum muhtemelen.

sıkıcı fizik konularından sonra arabalardan konuştuk, dört erkektik, hüseyin'den başka doğan, ali ve ben. ali leonu övdü, iskelede arkamıza park ettiğimiz, rüzgarı kesen de leondu, babasının. bin rica ile aldık o gecelik. doğan subaru ve civiclere yapılan muhteşem modifiyelerden bahsetti.kırmızı civicler, kemik beyazı cantlı, gerçekten harikalar. şike dedik, ligtv falan, şarap bitti, büfeye gidecek olanı taş, kağıt, makasla seçtik, ali. taş, kağıt, makas eski bir kızılderili oyunu, muhtemelen türklerinden aparılmış. adriana lima geldi, megan fox gitti, jessica biel ne kadar da harikaydı. arabaya gidip müzikçalarımdan kaiser chiefs açtım, ne kadar da çirkindi, gıygıydı. çiftetelliye döndük, hüseyin evlenmek istiyormuş artık, oynadık. geminin çarkçısı kamarasından çıkıp bağırdı, siktirip gideymişisiz, gittik, kurallara uyan çocuklarız.

hüseyin hala evlenmek istiyor, "düğün yapalım" dedim, "sana düğün yapalım." gelini sordu, "gerek yok" dedim, çiftetelli var, gürçeşme'ye gittik, kır düğünü olsundu. daha önce hiç gitmediğim bir köy, gittim, gördüm, güzeldi, ben de. bir ev kestirdik gözümüze, porta altı olan, traktör girsin diye, önüne park ettik, açtık kapıları. son şişelerimiz kalmış, başladık oynamaya, şişeler yerde, arada uzanıyoruz. oradan sıkıldık, başka bir evin önüne gittik alt tarafı gri, üstü beyaz boyalı, samanlı betondan yapılanlardan. yine oynuyoruz, balıkesir çalıyor. kırmızı mavi ışıklar, jandarmaya haber vermiş eğlenceye tahammülsüzler, çiftçileri sevmem, çiftçi köyünde yapılan düğünler de güzel olmuyormuş, asla çiftçi köyünde evlenmeyeceğim.

gümüşçay'a götürdüler bizi, karakol orada, baktı komutan eli yüzü düzgün çocuklarız, "sabah köye gidip özür dileyin, bir de lokum götürün." dedi, saldı bizi. lokumları götürdük, komutana da son şişemizi verdik. seneye yaparsak yine götürelimmiş, hayırlısını dileyip ayrıldık yanından. belki seneye para da kazanırız kardinallerden.

kafaları kadar güzeller

bu çocuklar her gece içlerinden birinin sözlüsünün oturduğu evin önüne geliyo, bi oyun havası açıp şu şekil oynayıp gidiyor.



millette ne okullar var


ımh

insanları biraraya getiren ideolojileri, müzik, okudukları kitaplar, giyim tarzları ve hatta sevdikleri yiyecekler değil, bunu öğrendim. tenlerin uyumunun en önemli olduğunu söyleyen oldu, ben sebebi şudur diyemem. benim işim olmasa da john lennon ile kibariye'nin takılması hoş değil. düet yapsalarmış dinlerdim. 

rüyalarımda evlendiğim gibi ölen kadın sayısı üçe çıktı geçenlerde. bilinçaltımı övmeyeceğim, rüyasından dolayı bilinçaltını ödüllendirmek için david lynch filmi izleyen gördüm ben.

bir de yakında karabiga'dan sıkılacağımı anlamak için bir müneccimle yatıp kalkmak gerekmiyor.  

ımh, kamu spotu

bi ödev aldım, finaller için uğraşmam gereken binlerce sayfanın yanında tuz biber oldu. burada google docsa yüklediğim ödevimin linkini vercem, belki benden sonra bu konuyla alakalı bir şey hazırlaması gereken olur da ona yararım dokunur.

ödevim bi aihm kararını anlayıp olay, karar, inceleme şeklinde hazırlamak, gelin görün ki reinfold ruffer bir alman vatandaşı ve teknesi hollanda'da batmış, haliyle kararın asıl dili almanca, ben almanca olarak saati zor söylüyorum. ingilizce hali de 150 kelimeden falan oluşan cümlelerden mürekkep, zorlandım ama tırt da olsa bir şey çıktı ortaya. bir de daha türkçe hukuk metinlerini anlamakta zorlandığımı düşünürsek hoş görülmeli, buyur brüksel sözleşmesi ışığında ruffer davasını araştıracak kardeşim, tepe tepe kullan.

https://docs.google.com/document/d/1NUXgUWaCe4NJYdbhEaEAPeCHim3aRwjz0Y7vQoZgoeY/edit

videolar var işte

leylekten başka her şeye benzeyen kuşları leylek sanan isorak;



bi 10 saniye video çek derken beni çeken kardeşimin çektiği video;



bu velet de karamel, alt katta takılıyo, ısırmayı öğrencek yakında;




Bi tane daha buldum, ekleyem dedim;


scarface

Bakıcım kahvaltımı getirmişti, tek başıma yedim. Başka bir canlıyla aynı yerde bulunursak birbirimize zarar verirmişiz, kafesimin içinde istediğim gibi at koşturabiliyorum anlayacağınız.

Kürküm, artan sıcaklardan dolayı iyice rahatsızlık vermeye başladı, sevmesem de onu, kışları pek sesimi çıkartmıyorum.

Bir yandan yüzüme düşen perçemleri arkaya atmaya çalışırken tek gözle de etrafı süzüyordum. Sol tarafta bir uğur böceği var, fanusun içinde, kendisi o sabah sümüklü böcek gibiydi, iğrendim, kafamı çevirdim. Karşımda leoparlar var, karı koca ve ufak yavruları, arka tarafımdaki kargalar bokunu sıçmadan abaküsle toplama yapmayı öğreniyordu ufaklık, baba onun beceriksizliğine sinirlenip bir pençede hem abaküsü hem de çocuğunu paramparça ediverdi. Ne yapabilirdim ki? Bu sefer sağ tarafımdaki havuza baktım, en akıllılığı şaibeli de olsa en akıllılardan olan yunuslar pipolarını tüttürüyordu, sonra en uzunları galizli bir küfür savurdu, hepsi fırsat kolluyormuş, ortalık karışıverdi. Meğer birinin ayakları varmış da herkesten saklıyormuş, topuklayıverdi hengamenin ortasından. Dedim ya, akıllılar işte, yüzgecinin altından uzi çıkarıp ateş etmeye başlayandan bahsetmiyorum bile.

Ya ben ne yapacaktım? Bu koca gün gibi günlerden oluşan koca bir ömrüm var daha önümde, bunu şikayet etmekten vazgeçtiğim o gün de biliyordum pek tabi. Hiç bir şey yapmadan tüm kedilik yasalarının dışında olmayı dilemeye başladım, üzerime geçirilmiş itaatkar elbisesinden sıyırdım zihnimi, en azından hayallerimde tüm kral aslanları vahşi pati darbelerimle deviren gangster ve anarşiste, biraz da serkeş bir şeye dönüştüm.

büfe yiyeceklerini severim

Beş dakika sonra metroya binmezsem buluşmaya yetişmem imkansızdı ama aç ayı oynamaz derler. Hemen durağın yanındaki büfeye olabilecek en hızlı şeyi sipariş ettim, kumru. Sosisler sanırım sabahtan beri ızgaranın üstündeydiler, tıpkı kumsalda kendinden geçmiş yaşlılar gibiydiler, tek arzuları kumun altına gömülüp ufak bir şölene yelken açmak olan, sıcaktan bezmiş yaşlılar gibi. Sucuğu, kaşarı falan, benim ekmek bir dakikaya hazır olmuştu, çocuk bu işin ustası olmalıydı. Hemen orada gömdüm, aldığım karışık meyve suyunu da yolda içerek zamandan tasarruf edecektim, ufaklığa bilete lazım olanlar dışında kalan tüm bozukluklarımı bahşiş olarak bıraktım.

Tam turnikelerden geçecekken fi tarihinden kalma arkadaşlarımla buluşmaktan vaz geçtim ve geriye çark ettim. Onlarla çok sıkıntımı paylaşmıştım ve bunun beni güçsüz göstermesinden ve anlattıklarımın aslında basit şeyler olması sebebiyle biraz ahmak olduğumu düşünmelerinden hoşlanmıyordum.

Bir sosisli söyledim ve sanırım sosisli kumrudan daha çabuk hazır oluyor, ah salak kafam.

camurdan olmus olabilirim

ilkokulda sınıfın en komiği benle oturuyordu, evet o oturuyordu, çünkü seçme hakkı güçlülerde olur. Sonradan bu tercihinin sebebinin beni sevmesi değil ona verdiğim kopyalar olduğunu anladım tabi. Bundan sonra herkes nasıl kullanılıyorsa bir çok kez ben de kullanıldım ve sanırım bu anormal bir şey değil, ilişkiler çıkarlarla yürür ve ben bunu yanlış bulmuyorum. Çok kişinin birikimini, maddi anlamda değil, sömürdüm şu 20,5 seneyi geride bıraktığım hayatımda ve bazılarıyla hala görüşüyor olmamamın sebebi alacaklarımın bitmesi. Sevgi de bir alacak mıdır? Harbiden çıkarsız bir arada bulunanlar var mıdır? Bilmiyorum.

Kediler bu yüzden asil, yemek veriyoruz diye minnet etmiyorlar, yemeği kesince çekip gidiyorlar.

bal damlıyor

"Risk budur" yazan öğrencinin efsanesi var. Ben de böyle olmasa da buna yakın bir halt yaptım ve bunu sanırım herkese anlatıyorum.

Mesleki yazışma diye bir dersim var, sınavı 90 dakikadan fazla sürüyor. Ben sınav dönemlerinde bazı günler çalışmaya inanmam, bunun günü de onlardan biriydi, sadece daha önce yazdığım bir örneğin üzerine notlar tutmuştum.

Sınavda Honolulu Devlet Başkanının resmi ziyareti için güvenlik önlemlerinin alınması hakkında bir yazı yazdım ve adamın adını Anakin Skywalker yaptım. Başka bir yazımda da Kayser Soze'nin imzası vardı. Bir de çıkmaz denip çalışılmayan bir tablo taa ne zamanki dersten aklımda kalmıştı yarım yamalak, onu çizdim. Sınavdan 40 dakikada çıktım. Bu durumda dersi alttan alacağımı düşünüyodum ki notlar açıklandı ve 60 almışım, ortalama da tam 60. Hocanın geek olma ihtimali var mı bilmiyorum. Bu sene hala 6 bütünlemeli yılın ardından düz geçme ihtimalimi koruyorum, ceza özel ve ceza genel alttan açıklanmadan bir şey diyemem tabi.

Fazla zamanınızı almıcam deyip kafa ütüleyen konuşmacı girişi yaptığım için üzgünüm.

paran mı var derdın var

ı dan sonra gelen harfı yazamıyorum ve dıger noktalıları da, uzgunum.

para zamanı satın alıyo, parayla zaman almak ıcın once ozgur olmak gerekır, para ozgurlukten baska cogu seyı satın alabılır.

para sucsuzlugu satın alır. rahat rahat ıhale yaparsınız, daha cok paranız olur. para polıs satın alır, devletın baska kurumlarında calısanları satın alır. para devlet kurup kendını korurtur.

yat satın alır, yatta ıcecek ıckılerı satın alır, yatla attaya gıtmek ınsanı mutlu eder.

parasız adam serefsız adamdır, karnını doyurması gerekır ve bence bu durumda serefın bır onemı yoktur, 'suc' ıslenebılır.

bizim hasan abí

sofor hasan abı var, araba kullanırken gobek atabılıyor. 8 arabaları normalde carsıda ındırır, mahallelere gırmez, bu yuzden yaslılar bı sonrakıne bıner, haftasonları da otobusler saat bası.

"hacı amca gel, yaslıları kırcagıma kafamı kırarım, bırakcam sızı", tabı otobustekılerde de bı bayram havası.

kocaman valızı bıle kac kere carsıdan eve tasıdım lan ben!

bıga ınsanı ıyıdır, pıs 18 martlılar sevmese de.

kaş yaparken göz çıkıyor



'Keşke o çantayı bulmasaydım' demiş Bülent Soylu.

Karaman'da 3 hafta önce çantasını bulup teslim ettiği Mahide Doğay'ın önceki gün altınları için öldürülmesi Soylu'yu isyan ettirdi.

demiş devamı şu şekilde olan haberde  http://www.sabah.com.tr/Yasam/2012/02/27/keske-o-cantayi-bulmasaydim

burada polisin suçu var diyen olmamış. oysa tck'da şöyle yazar;

Madde 83 - (1) Kişinin yükümlü olduğu belli bir icrai davranışı gerçekleştirmemesi dolayısıyla meydana gelen ölüm neticesinden sorumlu tutulabilmesi için, bu neticenin oluşumuna sebebiyet veren yükümlülük ihmalinin icrai davranışa eşdeğer olması gerekir.

Hrant Dink'in avukatı dahi yakın zamanda bu maddeyi kullanarak bolca kişiye dava açtı. biraz geç kalmıştı.

kamu kuruluşları özel sektördekiler gibi çalışıyor, çoğu reklam peşinde. yöneticileri kendi birimlerinin yaptıklarını  duyurabildikleri kadar bol yere duyurup daha üst mevkilere gelmeye çalışıyor, istatistik burada her şey.

karaman'da da hiç düşünmeden yaşlı kadının tüm bilgileri basına verilmiş, sadece parasını almak için bi ara uğrayın denmemiş.

benzer şey sanırım organ nakillerinde de olacak, hastaneler ve doktorlar birbirleriyle yarışıyor ve sanırım bu arada yapmaları gerekenleri ihmal ediyorlar. 

hakkımızda hayırlısı.

trust me i am a jedi


a space odyssey filminde düşen o kara dikdörtgen prizma hacerül esvedmiş, ikinci izleyişimde lan yoksa! deyip arayıp taradıktan sonra öğrendim. cennet uzay mı? astronotlar en mümin kullar mı bilemeyeceğim. ama dünya büyük bi ihtimalle cehennem. magma da yedinci katı.


bi de annem ben doğmadan önce kucağına hacerül esvedi verdiklerini görmüş, o günden beri benim onu hacca götüreceğime inanıyormuş, kısmetse gideriz.


bi de son filmde jack sparrow'un babasını keith richards oynuyomuş, hiç söylemiyosunuz.


metal müzik şeytan icadıdır

mezhebime göre müzik dinlemek harammış, yani din adamlarının doktrinleri bu yönde. mezhebimi ben seçmemiştim zaten, sen busun demişlerdi, dert yok. haramsa da hesaplaşılır daha sonra. tabi saçma denmez, ama saçma. kabullenmek mi ne gerekiyormuş. yo burada dini sorgulamayacağım.


müzikle ilgili bi rivayet, "siz cenneteki musikileri duysanız, dünyadakiler sadece gürültü kalır." tarzında bi şey var. kim söylemiştir, hadis midir bilmiyorum. 


şeytan cenneti görmüş, olaylara hakim. kesin müzik de biliyordur. ve beste yapan, aynı zamanda bu fikri aklıma sokan arkadaşıma sorduğumda müziğin yazı yazmak gibi düşünerek olmadığını, birden çıktığını söylüyor. şeytan fısıldıyo olabilirmiş. 



fısıldıyosa eğer şeytan o kadar da kötü birisi değildir. iyi şeyler de yaptığı oluyor demektir. fısıldamaya devam etsin fakat bazılarını dışlamalı, şeytan beni okuyorsan bu dediklerimi dikkate al, onlara fısıldamaktan vazgeç, seni yanlış anlayanlar var.


tombik, şeytanı nasıl da yeniyodu ama?

çorabımın teki hala yok

normal günler yaşıyorum, sıkıntım hep aynı düzeyde, yatmadan önceki açlığım aynı düzeyde, kafamın içindeki kötü düşünceler keza, uzatırım da uzatırım bunu. sıradan işte, değişimsiz. kötü bi hayatım var belki ama çok kötü olmadığını biliyorum, tadı güzel olmayan fakat besin yönünden zengin yemekler kadar kötü falan. hani diyorum iyisi olmayacaksa arada beni zorlayacak kadar kötü şeyler olsun, en azından değişiklik olsun. iyi olur bu. spor yapıyorum düzenli olarak, sadece hafif bi ağrı oluyor vücudumda, bazı günler çok zorluyorum kendimi de acı hisseder oluyorum, inanın o daha hoşuma gidiyor. bedenindeki morluklardan ve diş ağrısından haz alanlar olduğunu biliyorum, ben de onlardanım. sapıklık değil bu. öldürmeyen yumruğun güçlendirmesi de pek sayılmaz. sadece değişiklik iyi.

kafamda yakınlarımı kaybettiğim senaryolar üretiyorum, bazen bu aileme kadar varıyor. şimdiki belki bi rahatsızlık olabilir bilmiyorum, çok kişiye sormaya cesaret edemediğimden siz de böyle olabilirsiniz diyemiyorum. o kurgulardan bazıları şu halimden daha iyi bi halde olabileceğimi düşündürüyor beni. yakınların gerçekten yakın olmaması gibi bi şey yok, ciddi yakınlar hep rol alanlar. 

gerçek problemler meşgul etse beni, eften püften olanlarını unutçam en azından, kafamı gerekli yere yormuş olucam, belki bi işe yarıcam, bilmiyorum. toparlayamıyorum, bu kadar. 

düşünmek için değil, yaşamak için yaratılıyoruz.

iradem ifsada uğradı

kuru kafadan adamın suratına geçiş efektine bayıldım.

ufacık bir çocuk iken buna sürekli maruz kalmış ve söylediğine göre dedesi torosta bu şeyi açtığunda bagaj kısmına gidip ağlamış bir arkadaşım var.



don't let me be misunderstood




kill bill soudtracklerı harika olan ikileme (üç gelcekmiş la uma thurman yaşlansın diye bekliyomuş quantin), dolapdere big gang güzel coverlar yapıyor.

soyunmaktan son anda vazgeçtim

iki film var, onları izledikten sonra bana temelli alışkanlıklar kazandırdılar.


birincisi American Beauty; başrol Lester'ı karısı aldatınca değişiklik kararı alıyor ve sabahları koşup kondüsyon yapıyor ve sağlıklı besleniyor, bir zaman sonra fit bir bey olup çıkıyor.


ikincisi American Psyhco, Christian Bale, sanırım filmde adı Patrick'ti, her sabah yüzüne binbir çeşit kremler sürüyor, giyimine dikkat ediyor (burada eksiğim var). tüm bunları yaparken milleti doğramaktan eksik kalmıyor.


filmler de yaşanmış ya da yaşanması mümkün olayları bazen anlattığından ben bunların olabilirliğine inandım. ilkinin etkisine kapıldıktan sonra + 30 kilo verip eskisine nazaran güzel bir vücuda sahip oldum. ikinci filmin etkisi ise bana epey masraflı oluyor, tek celsede bir şey değil de zamanla sigara içmesem şu araba benim olurduya dönecek. penatring bilmem ne scrubından, bi şey jeline, oradan kil maskesinden tut ferahlatıcı toniğe bi sürü ıvır zıvırım var. evet onları kullanmazsam cildim zati yağlı olduğundan zart diye yağlanıyor da kullanmasam ne olur bilemiyorum.



sene 2009

sene 2011



bunun yerine yarı çıplak abuk bi fotografımı koyacaktım ki yıllarca yanından geçip de köftesini yiyemediğim Bursa'daki araba köftecisinin önündeki fotografımı buldum, diğerini yolla panpa diyene yolluyorum.


kıssadan hisse

bi mercedes s 200 lada samara'ya arkadan çarpar, mercedesin şoförü hışımla arabadan iner ve ladalıyı aşağılamaya başlar, "dikkat etsene, ne biçim sürüyon, polisi çağırayım da gör" gibisinden şeyler söyler, ladacı sakindir. polis gelir, arkadan çarpanın her türlü kusurlu olmasına rağmen ladacıya yüklenir, "sen ne biçim şoförsün ki adam sana arkadan çarpmak zorunda kaldı?" derler. mercedesli inşaatçıdır, zengin bi inşaatçı. krokiler falan çizilirken ladacıya kim olduğunu sorarlar, "cumhuriyet savcısıyım" diye yanıtlar, sonra polislerde bi u dönüşü, özür dilemeler, mercedesliyi kusurlu bulmalar.

mübarek

bayramların kışın ortasına geldiği zamanlardan birinde annem ramazan bayramından önce iki takım elbise almıştı bana (takım elbise derken takım elbise değil, ben ilk sivil ceketimi bu sene aldım),  o aradaki iki ayda bunlardan birini hiç giymedim. kurban bayramı yaklaşınca da annem nasılsa onları giymediğimi ve bana bayramlık almayacağını söyledi, şaka gibi, bayramlıksız olur mu? şaka yapmıyomuş, almadı da. o bayram yataktan çıktığımda saat epey geçti ve tüm bayram boyunca kimsenin elini öpmediğim gibi kurban etinden de yemedim.

bugün de kandil ama etrafta ne kandil simidi var ne akide şekeri. lokum ve meyve suyu bile yok. orta çaplı bi inanan olarak dua etmem gerekiyor ama ben mükafatın kaporasını önceden ve somut olarak istiyorum.

evet, kandiliniz mübarek olsun, dua edin. 

ha bi de hacerül esved taşından tesbih yapıp satmayı planlayan insanlar tanıyorum, kendilerini asla ifşa etmem. benim bu konuda da çarpık görüşlerim var, bence hacerül esved büyük bir ihtimalle meteordan ibaret. değilse ileride gg.

oktay usta'dan kandil simidi tarifi; http://twitpic.com/8f6rc7


sakal erkeğin makyajı


sakallarını kesen erkekler genelde böyle olmaz, bundan bin kat daha beter olur, Luke Wilson yine gideri olan bi abimiz. her sakal kesme seansı (burada seans denmez aslında ama ne desem bilemedim). beş gün önce yer yer kızıla çalan sakallarım vardı (sakallarım diye kullanmam doğru mu? bunu da bilmiyorum) ve zati benim herhangi bir giderimden bahsedemeyiz. şimdi ise çok çok, sayısal bir değer vermek istemeyeceğim kadar soğuk havada dışarda bulunmaktan dolayı kuruyan suratım, acıyan dudaklarım ve yakında düşecek burnumdan başka bir sermayem yok. ankara'dan selam vermiş miydim?

sakalın erkeğin makyajı olduğu konusunda hepimiz hemfikiriz değil mi?