nah

odada oturuyorum, bizim kapının önüne birinin gelip durduğunu duydum, muhtemelen koridorda sevgilisiyle konuşan çocuktu, kapıya doğru nah yaptım, cama bakarak beklemeye başladım, camdan dışarı değil, cama bakarak, "o ne laöyn?!" diye bi hayret nidası işittim, döndüğümde temizlikçiyi gördüm, gülmeye başladım, adam da gülüyodu, özür diledim, yatakhane sorumlusu memur yollamış bi problem için, tekrar özür diledim, dışarı çıktı, kapı tekrar açıldı, "du bakayım bi daha yapıyon mu?" dedi, 10 dk güldüm, arada gülmek için kullanıyorum.


-----


evet ben nah yaparım insanları şaşırtmak için.


-----

bir zamanlar asra manşettim, şimdi 11 puntoyum

kitap okumaya gittiğim orta dünyadan bu haftaki uykusuzu bitirip çıktım, çok kalabalıktı, kitabı açmadım bile.


ekildim, ekeni beklerken ayakkabılara baktım orda burda, yine berbat, adamlar beş senedir aynı şeyleri yapıp yapıp yeni sezon diye sürüyolar ortaya, büyük adam gibi ayakkabı giymeye başlarsam sebebi onlar olcak.


tatlı yemeye gittim, cheesecake salepte midem bulandı, 3 parça su böreğinden kazık yedim ama kitabımı okudum burda, kitap okurken şahit olduğum iki ibretlik konuşma;


"biz size onu hediye bıraktık, ihi eki kukara kukara." burda görgüsüz ve garip saçlı abla hesap gelen şu deri kaplı zımbırtıyı gösteriyo, oha dedim, verdiği bahşişi adamın boğazında bıraktı.


"ah hiç estetik değil bunlar, tüm iştahım kaçıyor, nasıl çay içiyorsunuz bunlardan?" burda konuşan uzun beyaz saçlı, kafasının tepesi kel, boynunda basın kartı var, muhtemelen eylemi çekmeye gelmiş birisi, yanında bi genç kız, sanırım kızı, bi de onun yaşında bi kadın, sanırım karısı var, gösterdiği şey ise klasik çay bardağı, sadece biraz daha büyük. umut sarıkaya daha bu hafta bozcaadaya yollamamış mıydı bu adamları? ne isim vermişti unuttum, kompetan değil de, öyle bi şey, Türkçe, unuttum valla, uykusuz yanımda değil, bakamam.


canım sıkıldı, traş olmaya gittim, sıra vardı, kedi gibi kalorifer kenarına pıstım, kitabımı okudum bi de postanın ilk sayfasına gözüm ilişti;








sıra bana gelirken "yalnız bir topal ne yaparsa onu yaptım, bir şarap açtım..." ile biten kısmı da okuyup kitabı kapattım, kazağımı çıkardım her yeri saç olmasın diye, berberin ellerine bıraktım kendimi. daha üç hafta önce traş olmuştum zati ama işte malum okulum. çok üzülürüm ben saçlarımı kestirirken, a ha sen saçına bile karışamıyon der makas sesleri bi de traş makinasının sesi ninni gibi gelir, uyurum, traş olurken uyurum evet, bu berberin nerelesin? nerde okuyosun? muhabbetlerini engelleyen doğal bi set oluyo, bu yüzden bi şey demiyorum uykuma, aramız iyi.

kardeşime gitar çalan adam heykeli ya da heykele benzer bi şey aldım,  temsili resim, bunun elektro gitar çalanı, bi de daha büyüğü;



hala boş zamanım vardı, bilgisayar oyunu oynamak istedi canım, en bi güzel internet kafeye gittim, istediğim oyun, star craft yoktu, laptopumu yanıma almadığıma lanet ettim, az internete girip ordan da çıktım, karnım çok aç değildi, çiğ köfte imdadıma yetişti, simit bi şeyinin vitrinindeki turta cezbetti beni, aldım, tadı berbattı.

okula geldim bla bla, kitap okudum, uyudum, işte bu da lanet bi cumartesiydi, wtf jews?

jethro tull konserinin vize haftama geldiğini de öğrendim, o kadar berbattı, firar edip gitçektim ben ona!

okuduğum kitabın adı TOL, harika bi kitap, okursanız olur. başlık ne alaka derseniz o da kitaptan.

jose feliciano - zorba's dance

Yunan şarkılarını seviyorum, Jose Feliciano'yu da seviyorum,
Hey Jude coverını da dinleyin derim, ben Beatles'ınkinden daha güzel buluyorum onunkini, çarpılabilirim.

kemancı

sabah erkenden kalktım, geçen sene otomobilimi sattığımdan servisle gidiyodum okula, kırklı yaşlardaki bi akademisyen olarak servise binmek koymuyo değildi.

kapının önünce inince yandaki pastaneye uğradım, iki simit bi açma aldım, her sabah kahvaltım buydu, yakında susam çıkıcaktı kafamda saç yerine, böyle renkliydi hayatım, Pelin'den boşanmakla en boktan hatamı yapmıştım sanırım.

sadece Türk kamu yönetimine gircektim, kendine çok güvenen ikinci sınıf üniversiteli pezevenklere, hikmeti nedir bilmiyorum o yaşların, ikinci sınıf sıralarının ama insanlar kendilerinde iskender'in kudreti görüyo o zamanlarda ben de öyleydim, ordan biliyorum, az mı sopa yemiştik polisten, haklı davamız için. tabii şimdii kutsal davalar yoktu, sınıfta sivrilip karşı cinsin sempatisini kazanmak tek gayeydi derse girdiğim tırt üniversitede.

"bazı isimler söyleceğim gulick ve urwick, paul appleby ve robert dahl gibi, bunları bileceksiniz." dedim, amfiden "haklısınız hocam" diye bi ses duydum karşılık olarak, tepemin tasını attırmaya yetmişti bu sözler, zati
sinirlenmeye yer arıyodum, aksi lanet bi adamdım ben uzun zamandır.
"kim lan o?!" diye bağırdım, akşamdan kaldığı her halinden belli, en azından yirmibeş gösteren, böylece uzun zamandır bu sıraların müdavimi olduğunu anladığım zayıf çocuk "benim hocam" diye cevapladı, "siktir git lan, çık dışarı" işaret parmağım amfinin yukarı kapısını gösteriyodu, çocuk sonsuz itaatle ön tarafta oturmasına rağmen arka kapıdan çıktı, gitti.

"gençler" dedim, "efendi olun beyefendi olurum, dayı olursanız kabadayı." bu cümlem çok hoşuma gitti nedense, bi çok saçma laf ettim, "ben de bura sıralardaydım" içiren, tahmin edebilirsiniz işte konuşmanın sıkıcılığını, o an içerdekilere acımıştım, beni kızdıranı dışarı atarak cezalandırmak yerine ödüllendirmiş oluyodum galiba.

fredericksondan, eski ve yeni kamu yönetimi anlayışından falan bahsettim, "sümerbankı siz bilmessiniz, biz patiska alırdık ordan." dedim, az neşelensin ortalık diye, kendim mi buldum, bi yerden mi hatırlıyodum bilmiyorum ama sümerbankın işlevselliğini yitirmesini "devlet kürek çekmez, dümende durur." ile açıkladım, dersi bitirdim, servisleri beklemek saçmaydı, dolmuşa atlayıp eve gittim.

televizyon ikinci sınıf romanlardaki kahramanların televizyonu kadar boştu, mutfak dolabım sefillerdeki sarışın kadının dolabı ki kadar, hayır doldurmak için kendimi satmam gerekmiyodu, markete gitsem yeterdi de tek kişiye yemeklik malzeme alıcak ayarım yoktu hala, tek kişilik yemek yapmayı da beceremiyodum.

karnım acıkınca dışarı çıktım, köfte ekmek yaptırdım, bi de bira alıp parkta götürdüm onları, gece daha uzundu, yarın da dersim yoktu, müdavimi olduğum dostlar meyhanesine gitmek en akıllıca iş olacaktı, bu yaşta yalnız bi erkekseniz bi yerlerin müdavimi oluyosunuz mutlaka. köşedeki masama oturdum yine, büyük açtırdım, bardağa doldurmadan dayadım ağzımı şişeye, beklemeye sabrım kalmamıştı, anasonla buluştu dilim, boğazımı yakarak geçti, zati melankolik olan ben sarhoş olmaya çok müsait bi bünyeye sahiptim, hemen hemen 10 cllik rakıyı şişeden dikip adabınla içmeye başladım kalanı, arada tavuk göğsünden didikliyodum, bi kaç da leblebi götürdüm ağzıma.

sonra müyesser çıktı sahneye, çok içli söyler müyesser, en neşeliler bile hüzünlenir, diğerleri ağlar zati.

şişenin dibini gördüm, bi de 35lik votka açtırdım, Serkan'ı çağırdım, "sızarsam bi taksiyle eve yolla beni, parasını ver, hesapla birlikte hallederim." dedim, "tamam abi, hallederiz ama sen de dikkat et kendine, hem hızlı gidiyosun, hem çok oldu." dedi gitti. "ederim ya" dedim, ederim.

Halime bak dertli çal
Kemancı başımın tacı
Gitme bu gece benimle kal
Benim halim çok acı

Değiştin kemancı
Neden efkârlı çalmıyorsun
Benim dünyam yıkılmış
Sen de mi acımıyorsun.

içimi delip geçti bu sözler, Pelin'i aradım, son defa sesinin duyayım dedim, saçmaladım biraz, işkillendi galiba, "sarhoşsun, nerdesin, dur gelelim." dedi, "istemez" dedim, "unutulmaz bu acı, ben unutucam." kapadım telefonu, bi laz uşağı olarak intihar edeceksem bunun makinayla olması yaraşırdı, tuvalete gittim, aynaya baktım biraz, çökmüştüm iyice, damalarımda gezen anason mu yaptı böyle yoksa kadınları güzelleştirip erkekleri çökerten rus icadı mı bilmiyorum ama dayadım silahı kafama, ağlamaya başladım, o sırada tuvaletten biri çıktı, elime sarıldı hemen, elim tetiğe dokunuverdi, o elimi tutan gavat kimse fayanslardan ona sekti ufak metal, bacağına girdi galiba, tam hatırlamıyorum, sonra da buraya getirdiniz beni işte, intihara teşebbüsten mi yoksa taksirle adam yaralamaktan mı yargılanırım bilmiyorum ama şu nezarete koyun bi beni mahkemeye sevk etmeden, azcık dinleneyim memur bey, siz de haklısınız.

alper canıgüz


en sevdiğim yazarlardan birisi Alper Canıgüz, demokratik sosyalist olduğunu söylese de narsist.

en fazla 3 aydır haberdarım kendisinden, üç kitabı var, üçünü de bi çırpıda okudum, işte bu dedim, olmak istediğim tam olarak bu. 

twitter bi işe yaradı ve ben Alper Canıgüz'ün geçtiğimiz çarşamba aü siyasal bilimlerde olacağını onun hesabından öğrendim, araştırdım ettim ve oraya girmenin yollarını aradım, aklım katı şartlarla yıkanmış olduğundan çok zor sanıyodum, ilk defa üniversite gördüğümü de söylemiş olayım bu arada, kendi okulumu üniversiteden saymıyorum pek, yüksek lise gibi bi şey.

ufak bi amfi ayarlamış Alper Canıgüz'ü çağıran topluluk, zati amfi dolmadı bile, 30-40 kişi anca vardı, sanırım bu yüzden güzel bi söyleşiydi, isteyenler geldi, ben isteğe bağlı söyleşilere de pek alışkın değilim.

"cennet annelerin ayakları altında değilmiş, bizzat görülmüş."

"dustin hoffman, al pacino ve kadir inanır çok iyi dostlarmış."

evet sadece bunları öğrendim :) yo yo

kitaplarımızı aceleyle çıktığımızdan okulda unuttuk, imzalatamadık, halbuki orda da satılıyomuş, neyse kısmet artık dedim ve bu postu sonlandırıyorum, garip oldu ama yazmak gerekiyodu, zamanım yok gitmeliyim.

okuyun, okutun.

bi de komik olmuş facebook etkinlik şeysinde yüzden fazla kişi geleceğini söylemiş, neyse, orası facebook.



cinnet

"+biliyosunuz gençler, nüfus cüzdanı çıkartmak için hastane belgeleri yeterli ama köylerde iş hala böyle yürümüyo, evde doğum yapanların çokluğu içler acısı, çocuklar sağlıksız bir de bunun yanında nüfus cüzdanı çıkartmıyolar, ölen abisi ablası varsa onun kafa kağıdını kullanıyolar.


-hocam hastanede doğmayanlar için kimlik nasıl çıkartılıyor?
+bilmiyorum, muhtardan belge falan alınıyodur herhalde, nüfus dairesine gidip çocuğum oldu hadi ona nüfus cüzdanı verin denilerek alınacağını sanmıyorum.
-belki de bebeğin fotokopisini götürmek gerekiyodur hocam.


bu diyalogun geçtiği dersi şu an tam olarak hatırlamıyorum ama fotokopi götürcek zeki arkadaşım şimdi bizim baronun başında, aramız gayet iyi, bu hale gelmesini hırsına falan da borçlu değil, evlendiği kızın babası Adalet Bakanı'nın danışmanıydı, ikimiz de aynı büroda çalışırken o baro başkanı oluverdi.


hakkını yememek lazım, gayet iyi bi yöneticiydi, çoğu kararı isabetli olmuştu hatta 80 yaşındaki bi kadını zevk için öldüren komutanın en üst sınırdan ceza alması için elinden geleni yapması adını iyice duyurmasına sebep olmuştu, bu zamanlarda kimse ihtiyarları umursamıyor."


diye yazdığım sayfayı da yumuşturup odanın ortasına fırlattım, neler yapmamıştım ki eskisi gibi yazabilmek için; maldivlere tatile gittim, mojito içmekten göbek yaptım döndüm, budist rahiplerle kaldım beş ay boyunca sonunda çok yediğim için tapınaktan kovdular beni, en son dolma kalemimi bile değiştirdim hatta mürekkep rengini bile, olmadı işte.


karım elinde üstünde portakal suyu ve kurabiyelerin olduğu tepsiyle ofisime girdi, hala liselere giriş sınavına hazırlanan bir çocuk gibi besliyordu beni, tepsiyi masama bırakırken kızıl saçlarının arasındaki beyaz saçı farkettim, tüm iştahım kaçtı ama karıma belli etmedim, yaşlanmaktan deli gibi korkuyodum, benden üç yaş küçük karımın saçına bile ak düştüyse yaşlılığım yakındı artık.


sabah karımın çığlığıyla uyandım, tuvalet aynasının önünde ağlıyordu ve saçları benden kısaydı, yastığımın altından kocaman demir makas çıktı.

im juli

daha iki fatih akın filmi izledim, diğeri de soul kitchen ama diyebilirim ki bu adam işi biliyo.
film tanıtmada ne kadar yeteneksiz olduğumu hemen hemen benim kadar biliyosunuz.

im juli klasik Türk filmi konu örgüsüne sahip gibi geldi, en azından özündü öyle, çevresi karışık biraz.

oyunculuk çok güzel, ben Juli'yi oynayan Christiane Paul a tam bitmiştim ki kadın galiba sadece bu filmde güzel, neyse konumuz bu değil, o zaman çok güzel bi kadınmış, ne hoş bakışlar onlar öyle.

izleyin işte, uğraştırmayın.

mossad bana da el at

*adamlar bildiğin mangal yapıyodu abi gölün orda, yani gerçek et yiyolardı.
-oğlum mezun olayım ben de yapıcam paso, iki kilo pirzola alıcam, cazır cazır.
+ama oturduğun apartman da önemli bazı apartmanlarda mangala izin verilmiyo.
-problem olmaz o ya, ayarlanır bi şekilde.
*evlenince de hep et yicem, (roaaarr hayal ediyorum ben burda)
+evlendiğimiz kız iyi et pişirebilmeli.
-vejetaryanla evlenmeyek la sakın, yemiyolar ya pişirmeyi de bilmezler.
*yok yok, pişirir o, olmadı ben pişiririm.
+kokusundan rahatsız olursa?
*o zaman vejetaryanla evlenmeyiz.


merak 1; kaç tane vejeteryan gördünüz lan?
merak 2; yemekten geliyodunuz, gördüm, bu açlık niye?
merak 3; Allah'ım neydi günahım?

Abdulkerim ve Jack

iş bu saçmalıklar Türk Kamu Yönetimi dersinde yazılmıştır.


hava çok soğuk olduğundan okula erken gelmiştim, dışarda zibidi gibi gezmemin hastalıktan başka bi getirisi olmazdı. kantine uğradım, tahmin ettiğim gibi çok kalabalıktı, bizimkiler de çoktan dörtlüyü kurmuş batak çeviriyodu. amfiye gideyim de müzik dinlerim dedim, ayaktayken dinlemekten hoşlanmıyordum, kulaklıklarım düşecekmiş gibi geliyordu hep.


kapıdan girdiğimde en ön sıradan bi kafa kalktı, salakça güldü, sonra kafanın sahibi bebekler gibi kontrolsüzce kafasını salladı, ne demek istiyodu bunu yaparken hiç bi zaman anlamamıştım, benden tiksiniyo muydu? yoksa hayat sana güzel be falan mı demek istiyodu? bu kafanın sahibi her zaman orta seviyeli annelerin kendilerinden daha iyi durumda olacağını düşündüğü çocuklarına yakıştırdığı şekilde giyinirdi. Kerim, galiba Abdulkerim'di adı ama herkes onu Kerim diye çağırırdı.


üst basamaklara doğru çıkıp her zamanki yerime oturdum, medya oynatıcımı cebimden çıkardım, judas priest klasörü açıktı, değiştirmeye üşendim, dinlesem de olurdu hem, yeşil oklu tuşa bastım. 


Kerim ayağa kalktı, basamakları tırmandı, dışarıya bakmak için ayaklarınızın üstüne basmanızı gerektirecek kadar yüksekte olan pencerelere doğru elleri cebinde dikildi, o da birşeyler dinliyodu. tekrar önüme döndüm, Albert Camus'un Düşüş'ü önümde duruyodu. ben önüme dönünce Kerim'in de beni izlemeye koyulduğundan adım gibi emindim, hep böyle yapardı, bi çok kız arkadaşımız da bundan rahatsız olurdu hatta. otobüste okurken bi yer ilgimi çekmişti kitapta, onu kullanarak az Kerim'in aklını karıştırayım istedim, kulaklıklarımı çıkardım, o da hemen çıkardı, meğer konuşmaya dünden razıymış. biz psikoloji öğrencileri konuşmaya bayılırız ama genel konu olan Freud'u ben pek sevmem, bazıları ona hayrandır, tek ekolleri Freud'un tespitleridir, bazıları da onun sadece bi sapıktan ibaret olduğunu söyler.


"çin lokantalarına gitmeyi sevmiyorum Kerim, garsonlar hep mutlu, mutlu garsonlardan hazetmiyorum, verdiğim para boşa gidiyomuş gibi hissettiriyolar, garson mutsuz olmalı ki onu satın aldığımı düşüneyim. burda problem babamın etki altında bıraktığı çocukluğum mu yoksa kapitalizmin kölesi oluşum mu?" diye sordum.


sorum tam tahmin ettiğim gibi Kerim'i şaşırttı, "ben sadece Jack'e aldığım şeyi vermeye gelmiştim." dedi avucunun içindeki mavi taşlı kolyeyi göstererek "ve sanırım senin problemin çiğ yemeklerden hoşlanmaman, belki de bazı baharatlara alerjin vardır, bilemem." dedi. Jack benim üç sene önce Kilyos sahilinde bulduğum beyaz kedimdi.


"çok teşekkür ederim Abdulkerim, Jack buna bayılacak" dedim ve Kerim'in boynuna sarıldım, duygulanmıştım.

ibretlik

saray üç ana kısımdan oluşur;


-harem 


*selamlık


-haremde padişahın özel hayatı falan fış fış bla bla


-diğer önemli bö


*selamlık


-bölüm enderun, burda devşirmelerin yeteneklilerine eğitim verilir la la la


-ve üçüncü bölüm 


*selamlık, bu selamlık


-birun burda da üst düzey bürokratlar üzüm yer.



-------------------




-sadrazama şimdiki başbakan derler genelde, bu kadar kolay mıdır? sadrazamın görevi nedir? başbakanın ki?

+selamlık.

-başbakanı meclis atar, sadrazamı padişah bla bla

+selamlık.


--------------------


-osmanlıya imparatorluk mu denmeli devlet mi?

*imparatorluk denmez, imparatorluk emperyalizmden gelir, bizim dinimizde sömürme yoktur.

-------------------

-muhteşem yüzyıl gibi dizilerde padişahı kötülüyo falan diyolar, padişahlar çok yüceltiliyo, Adnan Menderes'e de yapılıyo bu bazı kesimler tarafından, Atatürk hakkında bi kaç şey diyen bozkurt kitabı da yasaklanmıştı.

*ama hocam islam dininde kişilerin ayıbını açığa çıkarmak değil örtmek esastır.

(bence de show tv nin yapımları islam kurallarına göre olmalı)




Türkiye Siyaset Tarihi de teee kal-u beladan başladı, iyi ki inkılap dersini en son geçen dönem aldım diye sevindim!

süper kahraman olarak devlet memuru

nako yünleri diziyodum raflara, renklerine göre, o ucunda çivi olan sopayla. yaşlı bi teyze geldi, sanırım hacıpehlivan köyündendi, konuşmasından anladım. torununa çetik örcekmiş, kaç tane gider dedi, iki yeter dedim, siyah yün aldı iki tane. ardından dükkanın önünden elinde satırla koşan kasabı gördüm, sanırım kediye sinirlenmişti, bi-iki saniye geçti ki berberi de gördüm aynı yöne doğru koşarken, elinde usturası. ne olduğuna baksam iyi olacaktı, kapının önüne çıktım, ufak bi çocuğu kovalıyolar, ne yapmış olabilirdi ki bu çocuk? sanırım olaya el atmalıydım, 50lik yün çuvallarının olduğu depoya girdim, devlet memuru kılığına girmemi sağlayan takım elbisemi giydim, kemik gözlüklerimi taktım, bond çantamla hızlıca bizimkilerin peşine düştüm, bi süper kahraman olarak tek süper gücüm mührümdü, bastığım kişiyi ömür boyu unutmuyodum, bu yüzden ne uçabildim, ne de hıphızlı arabamla onlara kolayca yetiştim, sanırım 10 dk sonunda çocuğu kıstırmışlardı, ben de onlar durunca yanlarına geldim, ne yaptıklarını sordum.


*"bu çocuk aslında Hulki, güneşten gücünü alan pis canavar, iğrenç bi mutant." dediler.


çok şaşırmıştım, az kalsın bizim berber vedat ile kasap osmanı haklayacaktım, İntibah'taki Ali Efendi gibi yakıcaktım ortalığı.


Hulki'ye doğru koştum, ilk işim mührümü kullanmak oldu, kocaman kepaze yazıyodu artık alnında, büyük bi dövüş oldu aramızda, şimdi ayrıntıları anlatmıycam, bi ara bana büyütecini bile tuttu, şansıma ki güneş tutulması o ana denk geldi ve Hulki'yi alt ettim. bizimkilere döndüğümde yüzlerinde hayret ifadesi vardı, ayaklarıma bakıyolardı, ruganlarımı giymeyi unuttuğumu gördüm, amerikadan getirtmemden mütevellit koca ilçede bi tek bende olan mor ayakkabılarım ayağımdaydı, kimliğim ifşa olmuştu ama değdi, civar esnafa kan ağlatan Hulki yakalanmıştı sonuçta. bana aylık bağladılar, sigorta da vardı, artık yüncüde çalışmayacakmışım ama üst değiştirmek için her zaman kapıları bana açıkmış, tüm esnaf, dükkanına benim için birer takım koydu. sırrımızı da sonsuza kadar saklayacaklarına yemin ettiler.




ha burda hikaye bitiyo da kim okuyo bunları merak ediyorum, zati toplam 25 kere falan açılıyo, 3 kişi sonuna kadar geliyodur muhtemelen, 5 i de yarıda bırakıyodur, süper kahraman kısmında falan.

günlük gibi ama değil de, kepaze neler yapar

bu güzel şehirde bile mutsuz oluyorum ya, yazık bana.





bi haftada ağzıma sıçıldı ankarada, kendi kendimin ağzına sıçtım daha doğrusu. çok sıkıldım be, yok böyle bi eziyet, halilhüsnüaysun gördüm 2 kere hatta, şapkalı adam geri döndü, man with hat strikes back. cumartesi oldu, yalnız çıkmak zorunda kaldım dışarıya, kahvaltımı orta dünya diye bi yerde yaptım, ne tostu yedim unuttum, frodo tostu mu neydi, domatesli mısırlı yapıyolar. sonra yanıma biri geldi, takım elbiseli, kirli sakallı, 2. kahve siparişinde garson gibi değil ama garson olan adam yine sade mi dedi, lütfen dedi cevap olarak, öh dedim bu lütfen lafı gerçek hayatta da kullanılıyomuş.


bi hafta boyunca canım elma istedi, gasilhane nin de kafasını şişirdim durdum, elmanın en güzel uyumu, oktay ustanın tavsiyesini söyledim, new castle da, smirnoff north ve mükemmel dilimlenmiş elma, aslında mükemmel değil, bi halta benzemiyo, şekil yapem demiş eleman, bi parçayı da ağzına attıını gördüm açık mutfak kapısından. hem de 6 lira, sadece elma olsun dememe rağmen normal meyve tabağıymış gibi aldı parasını yavşak, neyse happy hoursunu yedim onların.



tunalıdan kızılaya inerken şu ayakkabıları da gördüm, belki yaptırırım, giymem ama dursun.


albert camus nun düşüş kitabını aldım, imge'den aldım ama bu sefer, simgesi de kedi imge'nin. kitap çok güzel, bi diyalogun tek tarafından anlatıyo ne anlatıyosa, şunu çok beğendim mesela:

"her şeyde rahatım ama hiç bir şeyden de hoşnut değilim."

benim bu, valla benim.

bi entel maganda olarak plakçıları, ikinci el kitapçıları da gezmiyo değilim, mamas and papas plağına 40 lira dedi plakçı, şuna 50:


günün diyaloğu

leopar gibi çoraplı: ay istanbulda clubta pascal noumayı görmüş, hani şu futbolcu.
kel kafa: ne yapmış? vermiş mi?

hönk!

hemeeen çektim, hemeeen. acar muhabirler, pis kameramanlar gibiyim.


bir istanbul polisiyesi: ahmet ş

92 de öldüm ben, siz reenkarnasyona inanmıyosunuz muhtemelen ama kediyim ben, sene 2009.
88 de polis akademisinden mezun olmuştum, o günden beri silahımı kemerimin arkasına iliştirirdim, 92  kasım 21 de, doğumgünümde parti hazırlamışlardı bana, sünger gibi içerdim o zamanlar, şimdi bi white russian içebiliyorum, kedi olduğumdan mütevellit sütü seviyorum. Neyse çok içmiştim yine, ertesi sabah işe giderken pantolonum sıkmıştı biraz, silahımı bu seferlik omuz askıma koyayım dedim, onu da polis amcam Halim hediye etmişti mezuniyetimde, timsah derisi demişti, bence eşek kıçından yapılmaydı, kullanmak o güne nasipmiş.
Çalıştığım büro Beykozdaydı, ben ise Yenikapıda oturuyodum, o zamanlar Nataşalar çoktu orda, anlarsınız ya, tek isteğim Aksaray karakoluna atanmaktı. Yusufpaşadan otobüsle Eminönüne geçtim her zamanki gibi, ordan vapurla Haydarpaşaya, Amerikaya mastera gitmiş devreme aldırttığım walkmanimde Bon Jovi’nin Blaze of Glory albümü, Beykoz’a geçmek için otobüse binecektim ki takip ettiğimiz Kuşkonmaz çetesinin lideri Sadık’ı gördüm, Cepkaçıran Sadık, yanına yaklaşıp ihtarımı yaptım, kaçmaya başladı, kovalamaca Fethi Paşa Korusuna kadar sürdü, bi çıkmaz sokakta sıkıştırmıştım haydutu, ikimiz de götümüzden soluyoduk.
“ne kaçıyon lan ibne, her türlü yakalıycaktık zati sizi!” dedim, hala nefesim düzelmemişti.
Karşılık vermedi, elini beline götürdü, aha dedim, nah vurursun beni, smith wesson model 10 un ustası bendim sonuçta, hemen elimi arkaya attım, oha! silahım yoktu, galiba, düşürdüm dedim koşarken, o ara kocaman bi bıçak çıkardı, üstüme koşmaya başladı, lanet olsun ki yakın savunma dersinden hep kalmıştım, bıçağı kalbimin altına sapladı, elimi yaraya atınca askıyı fark ettim, sanırım kaderin bana oynadığı son cilve oydu, doğumgünümde bana o kadar içiren arkadaşlarımın taksirle adam öldürmekten yargılanmasını istedim, gömleğimin yakasından sallanan kulaklıklardan “never say die” ın bateri sesleri geliyodu, ulan dedim pil bitmesin diye kalemle kaset sarıyorum, koşarken açık unutmuşum walkmani, hayatın da ironisine saydırdım son şarkımdan ötürü.

Amerikalıların uzaya çıka çıka ozon tabakasını deldiği bi dünyada yaşamak o kadar da iyi değildi zati, ambulansta öldüm, o zamanlar ambulanslar 5 dakikaya geliyolardı. 3 sene sonra da kedi olarak doğdum, Beykoz’daki bi yalının hanımefendisiydi annem, babam ise Kuşkonmaz çetesinin serseri Red Cliff i.
 

ne oluyo lan orda

bizim memleket ayyaştır gerçketen. tekirdağ dan bahsediyorum. alkolün etkisiyle abuk abuk siyasi yorumlar duymanız mümkün. en çok içen amcamız sonumuz mısır diye diye sızdı kaldı geçen akşam. ne oluyo mısır da herhangi bi bilgim yok adamlar ölüyo halaylar çekiliyo ben hepsinden bihaber dolaşıyorum .olan biten hakkında herhangi bi bilgi sahibi de olamıyorum.ayyaş zırvası mı insan katliamı mı?bilen biri anlatsın bana..

1 yıl muhasebesi

blogumu açalı bir yılı geçti, bişeyler yazmak adet gibi bi şey, şey de şey zati. raconu var sonuçta buraların da. 


of çok üşendim ama, artık daha güzel yazıyorum, hala fikir yazısı yazamıyorum, kendimi tam inandıramıyorum ki savunayım. ama fikir yazılarını okucak, gündemi takip edicek çok güzel yerler buldum, beynimi falan yıkıyolar. 


de ler artık hiç kaçırmadan ayrı yazıyorum, bazen ki lerde problemim oluyo, mesela halbuki nasıl yazılıyo? unuttum yine. 


yeter işte, gerisini muhasebecime sorun, bi ara reklam koymuştum ya, zengin oldum, muhasebeci tuttum kendime.

universiad lo lo lo

üniversiadı bitirip gelen orhanın dolabı kilitliydi, anahtarını kaybetmiş meksikada mı ne.


-dolabı mı açabilcek var mı?
*ben tırnak makasıyla açarım ama tırnak makası benim olur.


karlı bi ticaret bence, çilingirlerden çok daha ucuz.


------


uluslararası ilişkiler dersindeyiz. herkes uyuyo, ben ne yapıyorum bilmiyorum, bi kaç tırt da dersi dinliyo, birisi tüm dersleri dinlemesine rağmen aynı hocadan aldığımız siyasi tarihten kaldı.


hoca: hobbes ve
sazanlar: thomas hobbes


-ve locke
*john locke


-işte bunu soyut anlamda, doğrudan
*diyalektik hocam
-diyalektik bu değildir.


hala ilkokullu gibi hocanın lafını tamamlamaya çalışan insanlarla beraberim, sanırım sayısal bi bölüm okusam problemi önce çözüp profesöre falan giderler koşa koşa, işin ucunda imza almak, elmayı kızartmak var tabi.


------





o bu değil de bu bizim buz hokeyi milli takımı, bolu, çek cumhuriyeti ve meksikada 4 ayrı kamp yaptı, bi sürü gol yiyip, 1 gol attı. o da güzel, en azından tekila içmişlerdir. iyi de sevindik hani.


------



gidiyorum ben

yine yolculuk zamanı, geçen senenin 15 tatil bitimininin üzerinden 366 gün geçmiş, o zaman yazdığım yazıya baktım, silik bi karakterim, siklenmiyorum, ankaradan da nefret ediyorum.

hastane köşelerinde bi kepaze

poliklinik önünde emo mu punkçı mı ne olduğunu bilemediğim, sarı parlak montlu, bora uzer ayakkablı, dar pantolonlu, her yerinden bişeyler sarkan çocuk da vardı, diğer yaşlı teyzelerle birlikte. "aynısından kaynımda da var" muhabbetlerine katılmasa da bu tarz bi insanı hastanede görmek beni şaşırtmıştı. onların vitrin süsleri gibi olduğunu düşünürdüm, oyuncak bebekler de bizler. oyuncak bebekleri haşere çocuklar parçalar, anneleri tamir eder ya da yenisini alır ama vitrin süsleri bi kere hasar görürse çöpe gider, yerine yenisi gelir. sadece dekor değil miydi ya bunlar? meclis parkında oturup kolalarını içmeliydiler, hep beraber ortaya bozukluk atıp aldıkları ya da dostun önünde birbirlerine kocaman kulaklıklarıyla bişeyler dinletmeliydiler. belki bi tanesi yanıma bile gelirdi, birader o ayakkabıyı nerden aldın, ben internette gördüm ama hiç bi mağazada bulamadım diye.



hasta olmayı yakıştıramamıştım bu gence, acaba diğerleri de hasta oluyodu ama tebdili kıyafet yapıp öyle mi geliyolardı hastaneye, sonuçta onların da ailesi var, amcası var, onların yanına da bu şekilde gitmediklerini, enine çizgili sivitşörtlerini giydiklerini tahmin edebiliyodum, belki soner sarıkabadayı şarkılarını bile dinliyodurlar gittikleri kuzenlerinin evlerindeki televizyonda açık olan power turkten, yoksa tüm hayat greenday ile tokio hotel ile geçmez zaten.

bunları düşünürken döndü bana acaba morga nasıl gidebilirim dedi? suratımda şaşkın bi ifade vardı, kaslarımın her hareketinden bunu anlayabiliyodum, sanırım yine güvenlik görevlisine benzetilmiştim, buna şaşırmadım tabi, yıllardır uniformayla gittiğimden hastaneye, ben burda çalışmıyorumu yapıştırır olmuştum artık bu soruya ama "morg ne alaka lan?" dedim, sanırım buhranları çocuğu intihara sürüklücek de bana edebi bi yaklaşım ya da ad aktarması falan yaptı, sırtını çıkartmak gibi, morga gitmenin yolunu sordu. bana kalsa hap içseydi, hayallerle falan ölüyodur hağla intihar edenler, kimyasal sonuçta, tabi mide kramplarına yol açmayacağının garantisini veremem. 

"niye?" diye cevapladım, soruyla cevap vermiştim evet.
"kapısında fotograf çektireyim dedim yaa, hastaneye gelmişken, face e atarım." dedi.
"burda çalışmıyorum." dedim. "bu yüzden de bilmiyorum."

the lightning thief

Şule'ler okulda film izliyomuş, yarıda kalmış, indir de izleyelim abi dedi, kim oynuyo, ne bitiyo, konusu ne bakmadan indirdim, izlemeye başladık.




bi baktım mitoloji uyarlaması, daha önce bunun hercules'lusunu izlemiştim, amerikada takılıyodu bizim eleman. mitolojiye bayılırım, sonra Uma Thurman karşımıza medusa olarak çıktı, Uma Thurman'a da bayılırım.


Hasan Deniz de geldi, erkek kardeşim, bi çok cümle İlahi Komedya'danmış filmdeki.


gençlerle izlencek bi film, oyuncular klasik amerikalı işte (kızın gözlerine gözlerine bakın!), benim bilmediğim ama ünlü olan, Yüzüklerin Efendisinden falan tanıdık tipler vardı.


arada ufak espiriler var, insanı güldürüyo, ıyyy bu felsefik değil, vıyy aklımı karıştırmadı demeyecekseniz izleyin, bi filmin sonunu tahmin etmek hiç bu kadar kolay olmamıştı!



yönetmeni de harry potterın yönetmeniymiş hem. çekimler gayet iyiydi, efekt bile vardı.


a ha olimpos. mekanlar titanların takışmasından alıntıydı, ne kadar farklı olabilir ki sonuçta, kutsal kitapta yazılmış hepsi.

hydra, satir, sentor, mantikor ve bla bla görmek iyi oldu gece gece, hades i de pek hoş yapmışlar, ben olsam ben de ihanet ederdim, kıskanırdım onu, posedion reyistir.


işte mick jagger.

soundtrack olarak da high way to hell, poker face, keshanın bi şarkısı vardı hoşuma giden.

----- Forwarded Message -----

evet bana böyle fwler geliyo, vatan kurtaran falan gelmedi hiç.

Subject: FW: FROM ONE PUMPKIN TO ANOTHER
 
From one pumpkin to another!!!!!!!
A woman was asked by a coworker, 
'What is it like to be a Christian?' 
The coworker replied, 'It is like being a pumpkin.' 
God picks you from the patch, brings you in, 
and washes all the dirt off of you. 
Then He cuts off the top and scoops out all the yucky stuff. 
He removes the seeds of doubt, hate, and greed. 
Then He carves you a new smiling face and 
puts His light inside of you to shine for all the world to see.' 
This was passed on to me by another pumpkin. 
Now it's your turn to pass it to other pumpkins. 
I liked this enough to send it to all the pumpkins in my patch.
 
I shall cut down sails, and lie by, and signal for help. . . of them. If sympathy and pity can help in your affliction,
 
saints of God, where will I hide myself to-day? Oh, St. Joseph and St. bit of the chicken.]

2 umbrella coverı

rihanna dinlediğim falan yok ama bu 2 cover çok hoş





the baseballs




kimbra



ihtiyar heyeti ve yolculuk


Gelir misin dedi/Ne bu tripler baba dedim/Sustu. İki ay önce geçmişti bu diyolog babamla aramda.Bu doğduğu topraklara gideceğinin haberiydi. Sömestr tatilinde Makedonya yolcusuyduk yani.İki ay geçmişti ve gitme vakti gelmişti artık. İlkokuldaki din hocam düzenliyordu turu, otobüs topkapıdan kalkacaktı. Topkapı ya vardığımda beynimden vurulmuşa döndüm.Ben babamın yanında nasıl sigara içeceğimi düşünürken yaş ortalaması 60 olan bir ihtiyarlar heyeti vardi karşımda, al başına belayı. Turdaki iki üç tane benle yaşıt kız vardı ama hasbiyle geliştirdiğimiz sistemde yanınada annesi olan kızın bize bir yararı yoktu. Hepsini sindirdim atladım otobüse.Pasaport al-ver derken yol boyunca uykusuz kaldım.Edebiyatçıdır anlar beni diyerek babamı ilahi komedyadan bir bölüm okuduğumda herşey için çok geçti servet-i fünun un bütün inceliklerini anlatmayı bitirmişti ki Atatürk ün evine gelmiştik. Selanik yollarında uyudum biraz uyandığımda burası neresi dediğimde sultan çiftliği-habibler kavşağı dedi babam ciddiye aldım onu çünkü hiçbir fark yoktu ikisinin arasında.Ordan da Makedonya ya geçtik ama her hudutta ruhuma bir pranga daha geçiyordu ihtiyarlar boğazımı sıkıyordu.



Yattık kalktık 2 gün geçirdik sırada başkent Üsküp vardı çok sevinmiştim bu duruma çünkü tanıdığım gençlerle görüşüecektim. Arkadaşım ensar gelip çıkardı beni o lanetli otobüsten makedonya hakkında bilgilerle benim donattıktan sonra babamın köyüne doğru yola çıktık. Yaşlı bi amca karşıladı bizi aman allahım yine ihtiyar çıkmıştı karşımıza.Evlerine gittiğimizde nine de geldiği zaman kadroyu tamamlamıştık. Nine yaşımın geçtiği artık evlenmem gerektiği yönünde telkinlerde bulundu sonra torununu çağırdı (torunu dünya güzeliydi) gelin sizi nişanlayalım dedi neler oluyodu bu akşam olmaz başım ağrıyo diyip uyumak istediğimi söyledim uyudum. Babam ise ağlayıp zırlıyıp kendince sosyal çıkarımlarda bulunuyodu, bunalmıştım
Sabah olduğunda farkındaydım ki 30 km uzaklıkta soluk alabileceğim bi yer vardı: Manastır.Okuldaki renkli görünüşü ve renkli görüşüyle takdirimi kazanan sevgi ablanın yaşadığı şehirdi burası. Yanlarında vardığımda oksijeni tekrar keşfettim. Gittiğimiz ilk yer sakin bi pub oldu. Sıcak rakıyı keşfettim.Hayyam yaşasaydı tasını mutlaka bununla doldururdu. Artık rahatlamıştım saçlarım ve sakallarımdaki beyazlıklar yok olmuştu genç olduğumun farkına varmıştım. En güzel şeyler hep kısa sürenlerdir 4 saat kadar kalabildim orda ve bu alengirli turun son noktasıydı bu.


Yol boyunca beni yalnız bırakmayan freddy mercury , jose feliciano ve dante aligheri ye şükranlarımı sunuyorum..


Yaptığım bu geziyi bi kaç arkadaşıma anlattım kendilerince yorum yaptılar alın size yorumları:
karl marx: orta sınıf eğlencesi( hacı ucuzmuş baya)
haydar dümen:menopoza girmiş kadınlar ile iktidarsız erkeklerin buhranı
can yücel: seke seke geldim ... ... gidiyorum

kimbra - settle down diye bi şey var


nası bi şey be bu klip? dün yatmadan trilyar kere falan izledim, bugün eve geldim ilk işim klibi açmaktı, tüm gün kafamın içi seadıil doövn, dup dup doluydu.

veletler ve kimbra ablamız çok hoş oynamış, bebeklerin yandığı sahne ve devamıysa harika, çikolata gibi mutluluk hormonu mu ne salgılatıyo.

i create people to burn in hell LOL



çocuğum olsun istiyorum, olsun, büyüsün, onu langırta götürüp elini masanın içine sokuyo diye onu azarlayasım var. amacım eğlendirmekken burnundan getiresim var, katil yetiştiresim var.


zeki olsun, zekasını daha çok karımdan alsın, ben ona psikopatlığı vereyim, ilk seri katilimizin babası olayım. cinayetlerini mınçıkayla işlesin, kaplumbağa michelangeloya vefa borcumu ödeyeyim. natural born killerstaki gibi bi aşkı olsun ama gay olsun, aşık olduğu kişi de bi medya maymunu olsun. bunların filmi çekilsin ve artık natural born killers en iyi aşk filmi olmasın, benim çocukla damatın/gelinin filmi olsun, adı da doğmak için ölenler falan olsun. 


çocuğumun adı da olmalı değil mi? kesinlikle tayyar olsun. tabanca kullanmayı bilmesin ama çok iyi ok atabilsin, arbaleti de karnını doyurabilcek kadar kullansın. tuzak kurup hayvan avlayabilsin, ekmek yapmayı bilsin, nohut ekmeği en güzel yaptığı ekmek olsun.


telli çalgılardan nefret etsin, harika yan flüt çalabilsin, freebird ün solosunu bile flütle atabilsin.


beş vakit namazdan üçünü kılsın ama ağlama duvarına gitmeyi de bedeni ve maddi koşulları el verirse ihmal etmesin. cumartesi günleri Meryem Ana da hac yapsın, her cumartesi değil, şubatın 29 çektiği yılların 23. haftasının cumartesi günleri.


ehliyeti a2 olsun, sürat teknesiyle spin atmasını bilsin, jetski ile kaybolmasın orda burda.


ben 60 yaşına gelince beni kılıçla öldürsün, mınçaka uçlarını da kulaklarıma soksun, cehennemde yanayım.

bu bardağı nerde bulcaz?