insan sosyal bir hayvandır

*saçma sapan insanlarla gezme bak, geziyorsun diye söylemiyorum, gezme.
-tamam ya, her şeyimi değiştiriyorum, alkol de içmiyorum artık.


çok kolay satmıştı arkadaşlarını, insan bi "öyle de deme." derdi en azından, hemen kabullendi onların saçmalıklarını, bir de diğer erdemli davranışından, alkolü bırakmasından söz etti. az bi zaman öncesini hatırlıyorum, votkanın kafasını ne güzel yaptığından bahsederdi, rakının etkisinin farklı olduğundan, onu başka dünyalara götürdüğünden.


ama şimdi öyle değildi, yanında çok ahlaklı, her hareketi tutarlı, bağrından nice yiğitlerin çıktığı anadolunun delikanlıları vardı. tek doğru tabii ki kendilerininkiydi ve onun eskiden gezdiği insanlar saçma sapandı, saçmaların arasından tutup çıkarmışlardı onu. şimdi yücelmenin, yüceltmenin vaktiydi.


önce dinlediği müzik değiştirilmeliydi, hatta çaldığı da, bass gitaristti bu çamurdan kurtardıkları adam, madem telli çalıyo, saz çalsındı, e bi Neşet Ertaş da açmak gerek şimdi. http://fizy.com/#s/1aieyv

bu tanık olduğum bi diyalog ve ardınan düşündürdükleriydi. herkesin birilerini kendine benzetmeye çalıştığı, diğerlerini kötü gördüğü bi yerdeyim ben. haliyle Neşet Ertaş'ı da ben sevmiyorum, çok ahlaklıları da.

insan attan inip hiç eşeğe biner mi?

-kargamecmua'ya yazdığım yazıydı, yine geciktim, madem öyle burda yayınlayayım.-


Yirmi yaşındayım, sanırım sekiz senedir intiharı düşlüyorum, hem ergenliğin verdiği buhran hem yatılı okullarda sürten şahsımın sıkıntıları, özellikle yalnızlık. “Ancak körler günahsız olur.” demiş İsa; ben yalnızım diye günahsızım, tek başına günah bile işlenmiyor dostlarım, küçük yaramazlıklarımı saymıyorum tabi.
Artık zamanı gelmişti, hadi yapalım dedik, yalnızım dediysem her yalnızın sahip olduğu yine yalnız bir ortağı olur ya, benim yalnızlığımı paylaştığım arkadaşım, adını size söylemeyeceğim, aynı dertlerden muzdaripti ve kararımızı aldık. İkimiz de kendimizi toprağa gömecek bir düzenek hazırladık dev okul ormanında, nelerle karşılaşacağımızı, son anda sevdiklerin aklına gelmesi gibi, biliyorduk ve bunlara yönelik hazırlıklarımız olmalıydı, benim aklıma Özden geldi, daha doğrusu Özden’in klonlama üzerine çalışmalar yapan arkadaşları. Annem üzerime titrerdi, klon annem içindi, baharda topladığı mantarları da ben yazları eve uğramasam kimse yemezdi. Bir buluşma ayarladım Özden’in arkadaşlarıyla.
“Deneğiniz olmak istiyorum.” dedim, güvenilir bir ses tonuyla. Tersler gibi hatta sanki köpekle konuşuyormuşçasına; “Öyle bedavaya olmaz.” diye tısladı Lucas. “Oha bir de para mı vereceğim? Öleceğim be ben! “ moralim fena halde bozulmuştu, okurken hiç de fena sayılmayacak bir birikim elde etmiştim ve bunları anneciğime bırakmak istiyordum, arabamın anahtarını masaya koydum, “Sen işini hallet, biz mekanı biliyoruz, doku alacağız oradan, kendini fazla hırpalama.” dediler ve kırmızı golfüme binip gittiler.
Ne en sevdiğim elbiselerimi giydim, ne de en sevdiğim şarkıyı dinledim, sadece ilkokulumun oradaki bakkaldan dal dal alıp içerek sigaraya başlamama sebep olan L&M yaktım bir tane, o bitince de üstüme düşecek ıslak toprakları hareket ettirmek için altlarındaki tahtayı oynattım, son gördüğüm işini garantiye almak için bir de toprağa benzin döküp yakan arkadaşımı fark eden bekçinin onu kürekle söndürmesiydi, başaramamıştı yine, Paint It Black dinlemediğime pişman olarak verdim son nefesimi.
Uyandım ya da uyandı, birinci tekil şahısla anlatıcağım devamını da. Evimde saat bulundurmazdım, tabii takvim de, terminale gidip bir otobüse atladım, bir hafta olmuş, bilette yazan tarihe göre. Bahçe kapısının zilini çalmadım her zamanki gibi, duvardan atladım, iki katlı evde sadece mutfağın ışığı yanıyordu, zile bastım, annem balkona çıktı ve ortalığı yaygaraya verdi; “Nerelerdesin sen? Telefonunu niye açmıyorsun? Ödüm patladı başına bir hal geldi diye!” Kadıncağız baştan sona haklıydı ama nerden bilirdim lanet teknolojinin telefonumu bir hafta boyunca açık tutacağını ve Lucasların işinin bu kadar uzun süreceğini, hoş telefonum hiç çalmasa bu yaşında hemen benim evime gelirdi, iyi ki de sarjım bitmemiş diye sevindim bile. “Buradayım işte, bak bir şeyim yok, çok acıktım, ne yapıyorsun?” diyerek rahatlatmaya çalıştım onu, direkt mutfağa geçtim, sarmasını hiç eksik etmeyen kadın yaş kuşağına girmiş olan anacağım hemen sarmaları koydu önüme, “yi yi seversin daha börek de var.”
Telefon çaldı, ben açtım, “Ormanda yatar, kimse sırrını bilmez, eki eki, bil bakalım o nedir?” dedi , tanıdım hemen, Lucas’tı, “Ne istiyorsun, aldın ya alacağını!” çok sinirlenmiştim, aynı zamanda tedirgin de olmuştum , “O paraya koyun kopyalanmazmış, evini istiyoruz.”
Hemen Özden’i çağırdım, iskelede konuştuk, “Hallederiz.” dedi, eve döndüm, annemin suratı bir değişikti, “Olsun ben seni de severim.” derken ağlıyordu, ana sevgisi işte. Tanrı emirleri gelince günah dirildi ve ben öldüm, annemin bana güveni kalmadı. Evet artık yoktum ama dertlerimle uğraşması için Ahmet hala ordaydı.

nicholas cage ve otbüs

Bahar geldiğinde bahçendeki erik çiçek açtıysa bu mutlu olmana yetmez, erikler olmadan karnın doymaz bi kere.

                Bizim eriğin çiçeklerini yağmur yok etti, he, yok etti. O kadar şiddetliydi işte, bavulum ıslandı iki adım ötedeki otobüse gidene kadar, saçlarım da. Saçlarım Bursa’ya geldiğimizde ancak kurudu, Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesine girdik; çok yolcu vardı sanırım oraya gidicek, şoförden yolculara kıyak.
                Hikaye yazıcaktım aslında ama çok sıkıştım hiçbir şey düşünemiyorum, hala yağmur yağıyo, “rahmet evladım rahmet, öyle deme.”

                Bi kaç sene öncesine kadar ”Nicholas Cage in oynadığı tüm filmler güzel yaa” diye ortalıkta dolanırdım. Hayalet Sürücü aksiyonluydu, Eva Mendes vardı. Savaş Tanırısı’nda kapitalist dünyanın savaşları vardı ya, silah tüccarları kazansın diye ölen insanlar, eh etkilenmiştim. Kehanet de diycem başka da filmi gelmedi şimdi aklıma, bir zamanlar asra manşetti, şimdi 5 punto falan Cage benim için.
Cadılar Mevsimi ne lanet bir filmdi öyle; zorla sahne koymuşlar, acık da millet etkilensin diye Tanrı adına insan öldürenler falan. 5 dakikaya bir olay seyriyle devam etti film, kötü düşmanları da kahraman ekibimiz sırayla öldürdü; 10 kurt mu var, 5 kahraman, herkes 2 tane mesela.

                Neyse Bursa Otogarına geldik, BURULAŞ ne lan?!

biz büyüdük ve kirlendi dünya

nargile kafamı döndürdü. bi jak aldım, yarım kilo da peynir helvası. yolda yürürken kokoreççiye denk geldim, dükkan değil, arabalardan, hani has kömürde yapıyorlar, tüplü ızgara üstünde değil. annem, "nohutlu ekmek al durak marketten." diye tembihlemişti, ben seviyorum ya, ondan. almadım.


durağa geldim, otobüse binerken sarışın bi kız gördüm içerde oturan, çok güzeldi, sonra bebeğini gördüm, kendimden utandım, utanmamam gerekiyo aslında, sadece güzel diye düşündüm nihayetinde. kız çok gençti ama, o an genç gösteriyo demek ki dedim. 


kardeşim yanına müzikçalan zımbırtısını almamış, teker kulaklık idare ediyoduk. galiba farid farjad çalıyodu, kafam döndü ya, ondan. birisi "ahmet" diye bağırdı, kim olduğunu ararken az önce bahsettiğim kız olduğunu farkettim, bana bağırmamış, otobüse binen bi çocuğa bağırmıştı. çocuk yanlarına geldi, bebeği sevdi aşkım diye, "kay kenara" dedi kıza. "sanki kocaman da kaycam, git başka yere.", kardeşi diye düşündüm, hemen ardından adaşım bebeği "babacığım" diye sevdi, hayretler içinde kaldım, tamam insanlar küçük evleniyodu da, bu kadarını görmemiştim, ahmet'in sivilceleri daha yeni çıkıyodu herhalde.


ahmet yol boyunca bisküvi, çikolata falan yedi, bi ara sigara pakedini düşürdü, benim önüme geldi paket, sanırım uzatmam için baktı ama eğilmeye pek üşendim. son kısmı niye yazdım? resim alakasız kalmasın diye.

insanların kafası var

bir şeye kendimi adamam imkansız gibi geliyo, zor iş bi kere, her haltın o olucak, sıkılsan bitiremezsin hem. senle özdeşleşiyo bi yerden sonra, sen bitirsen insanlar bitirmiyo, onu düşünüyosun, "ben böyle biliniyorum.", "güçsüz" derler, "ıhh yapamam."


önce bi eksik gerek, bu genelde aile sevgisi oluyo sanırım, sonra onu tamamlamaya çalışıyosun, hiç bir yerde istediğini bulamıyosun, bulur gibi oluyosun ama yetmiyo. diğer insanlara cazip olmayan alanlardan bir tane seçiyosun, sana o an mantıklı geliyo. yavaş yavaş içine giriyosun, daha önce adanmış olanlar senin etrafını sarıyo, yalnızlıklarını yok etmek için. sen onu sevgi sanıyosun, "oh" diyosun, "benimle ilgilenenler var."  sonra da boku çıkıyo, zamanında sana yetmeyenleri dışlıyosun iyice. 


bu yazı ne? niye var? ebru polat ales sınavına giricekmiş, öğretim görevlisi olucakmış, ceza hukuku dersime gelsin, vizem "0" (sıfır).




izlerseniz olur;


komikli;





home şeker ev

*oturduğum yerden gemi görüyorum, arabalı vapur ve balıkçı tekneleri. gemi rus bandıralı. çocuk parkı var, içinde çocuk yok; hava soğuk.


*annem afrikalılara dönmüşsün diyo, yazdan beri çok, o beni en son gördüğünden beri 12 kilo verdim. gece eve girdiğim gibi kalamar tıkıştırdı ağzıma, şimdi börek açıyo, yanımda çerezler ve kahve var.


*birazdan lubitelimle fotograf çekmeye çıkıcam, gece ise çok terbiyesiz şeyler yapabilirim.


*40 lıra + yolda yemeklere vereceğim para yerine 100 lira + yolda yemeklere verdim, bursadan bigaya kadar yanımda çizmeli kedi vardı, bence iyi bi yolculuktu :)


*hadi ben biraz daha yiyem, 3 günde 2 kilo alsam bi şey olmaz bence.
yolculukta ilk defa kestane şekeri (kestane şekerinin nezdinde pişmaniye, lokum vs.) alışımla alakalı komikli bi şeyler yazıcaktım, olmadı.

bir gün bir gün bir çocuk

her zamanki gibi 7 de uyandım. traş oldum, saçımı yıkadım gibi olağan şeyleri atlıyorum. kahvaltı yapmadan önce 1200ünün ağzı kokan 1500 sevdiceğimle buluştuk (diş fırçalamak iyidir), ben gece uyurken internette neler olmuş, mail gelmiş mi diye telefonuma bakınırken etrafımdakiler bulundukları durumdan habersiz pür neşe birbirlerine bir şeyler anlatıyorlardı, sabahları bu enerjiyi nerden buluyorlar hala anlayamadım, anlamak için okulu bir sene daha uzatabilirim ama dokuz senede anlayamadığımı onuncuda anlar mıyım, bilmiyorum. twitter gece hareketliymiş, son uyuyan ben uyanmadan bir saat önce uyumuş. bir duyuru yapıldı, duyuruyu duymayan birisi diğerine;

-ne olmuş?
+ne mi olmuş?
-...
+söylüyorummm
-...
+söylüyorum, derslere girerken saatlere dikkat edicekmişiz.

ayakta beklerken uykuya daldım, rüyamda fare olmak nasıldır? derken fareye dönüştüm. (hayır hala gregor samsanın başından geçenleri okumadım) la noliyiii? demeye kalmadan kediler sardı etrafımı, yanımda bi fare daha vardı, onunla konuşmaya çalıştım.

*ölsem ahmet olan ben de mi ölcek lan?
-ne ahmet'i abi, bırak varoluşu sorgulamayı kaç, kaç bak patiyi vurcak şimdi kafana.
*lan içimden geçiriyodum öyle, hangi pezevenk beni fare yaptı? dedim ve şirk koşmuş olabilceğimden korktum.

"isteklerini yerine getirdiklerimiz nankördürler!"

sonra hadi kahvaltıya dediler, milföy böreği mi ne varmış, geriye dön! komutu verdim kendime, cebimde nescafe classic vardı, sade içmeyi seviyorum, kantinde sadeli yok, en yakını ikisi birarada, kremayı sevmiyorum. kantine gittim, ay çöreğimle buluştum, kahvaltımı yaptım.

ay çörekleri de pastanecilerin ali cengiz oyunuymuş, haberiniz olsun, bayat kurupastalardan yapıyomuşlar, güzellerse bayat kuru pastadan yapılmalarının bi mahsuru yok bence.