yirmi günlük memur tatilim pırt diye bitince temmuzun ilk çarşambası işbaşı yapmıştım. imzalamam gereken bir yığın evrağı hoşgeldinizin hemen ardından masama yığdılar, bir de gözleriyle oradan getirdiğim ufak ikramları bekliyorlardı. bekletmeyi sevmem, üç kilo pişmaniyeyi dayadım aydın'a.
imza faslı yirmi dakikaya yakın sürdü, belgelerin hiç birini okumadım, nasılsa bir yanlışlık olursa hepsinin burnundan getirirdim.
iki balıkçı geldi, başka balıkçılar sırf kendi meralarında avlanıyorlar diye bizimkilerin ağlarına zarar vermişler. kendi meraları da kasabalarının ön tarafı diye oluyor ha. çağırttırdım diğerlerini de, iş savcılığa gitmeden çözülsün istiyordum. "tapulu malınız mı lan! o kadar seviyorsunuz da trol ile dibi kurutuyosunuz ya yavşaklar, palamut göremez olduk koca denizde. şimdi bu adamların ağlarını donatın tekrar, eskisi gibi olsun. bir gününüz var, bir de avlanamadıkları günler boyunca tuttuğunuz balıkların parasını bunlara veriyorsunuz, halden öğrenicem miktarı." diye marizledim onları, "kardeş kardeş atın ağlarınızı bakayım" diyerek yolladım hepsini. daha sonra öğrendiğime göre bu kemerli balıkçılar paparayı çekip bizim ikisinin kafasını çapaya sokmuş, olsun jandarma bakıyor oraya.
sigara içmek için kapıya çıktım, odamda da içebiliyorum elbette ama zehirle birlikte hava da alayım istedim. beni görünce nöbetçi tuğrul toplandı, yine çelik yeleğinin seramiğini çıkartmıştı. bi gün patlarsak onun yüzünden patlarız zaten. danışma mı ne olduğunu hala bilmediğim yerden yüz kiloluk yirmibeş senelik memur ihsan çıktı, elinde tuğrul'un telefonu "sikicem şimdi telefonunu, sabahtan beri çalıyor, al da aç şunu." diye bağırdı, ben diğer tarafa geçip sigaramı içmeye devam ettim, fatma hanıma seslenip bir çay istedim. su bardağında getirdi, yarısını ancak içtim.